14 Ağustos 2025 Perşembe

KAYTAN BIYIKLI ADAM

 

           SAHNE: HALK OTOBÜSÜ, BAŞROL: KAYTAN BIYIK

  Hayat, en beklenmediğimiz anlarda en çarpıcı sahneleri sunar. Bazen o sahneleri izlemek için tiyatro salonlarına gitmeye gerek kalmaz; Kumbağ’dan kalkan bir halk otobüsünün için, en usta senaristlere taş çıkartacak bir oyuna ev sahipliği yapabilir. Tıpkı önceki günlerden birisinde tanık olduğum gibi…

   Perde, otobüs şoförünün mahalline yakın o yüksek basamağında açıldı. Başrolde, yüzüne karakterini veren incecik kaytan bıyıklarıyla, otobüsün doğal bir parçası duran bir adam vardı. Herkes gibi koltuklara kurulmak yerine, sahnenin merkezini andıran o yükseltiyi seçmişti. Sanki görünmez bir profesör kürsüsünden, etrafındaki diyaloglara keskin ve anlık yorumlar yapıyor, bir yandan da elindeki telefonun ekranında aceleci bir sörf yapıyordu. Sıcaktan parlayan-terleyen alnını ve bıyıklarını kâğıt mendille silişi bile rolün bir parçası gibiydi.

   Oyunun ikinci perdesi, Topağaç mevkisinde otobüse binen bir yolcuyla başladı. O bilindik, o mekanik ses: “Bakiye yetersiz.” İşte tam o an, kaytan bıyıklı kahramanımız devreye girdi. Cebinden çıkardığı kartı okuyucuya uzattı ve iyiliğin faturasını anında ve herkesin duyabileceği bir tonda kesti: “ 25 TL vereceksin.”

   Bu noktada oyun, bir iyilik hikâyesinden psikolojik bir gerilime dönüştü. Borçlu yolcu, bu jesti sanki hiç yaşamamış gibi görmezden, duymazdan gelerek büyük bir kayıtsızlık zırhına büründü. İyiliksever adam da bir alacaklıya, hatta avını gözünden bir an olsun bir avcıya dönüştü.”Demek sen çarkını böyle döndürüyorsun, bedavaya götürüyorsun bu işi?” sorusu, otobüsün demirlerine çarpıp hepimizin kulaklarında çınladı.

   Final, Tekirdağ Valilik durağında yaşandı. Borçlu adam indi, peşinden de bir an bile tereddüt etmeyen kaytan bıyıklı atladı. Ben de bu filmin sonunu merak eden bir izleyici olarak peşlerinden…

“Param yanımda değil, bankada” bahanesi, son kozuydu borçlunun. Ama avcımız kaytan bıyıklı pes etmedi: “ O zaman bankaya gidelim.”

   Ve son sahne… Önde borçlu adam, arkasında ona sarsak ama kararlı adımlarla takip eden kaytan bıyıklı kahramanımız, şehrin kalabalığında gözden kayboldu.

   O 25 TL tahsil edildi mi, banka yolunda başka neler yaşandı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Hayat, bazen en sıradan yolculukta bile bize insan doğasının karmakarışıklığını, gururun, inadın, iyiliğin ve kurnazlığın ne kadar iç içe geçtiğini gösteren inanılmaz bir tiyatro izletiyor. Ve inanın bana, bu oyunun bilet parası paha biçilmez…

   Gördüğüm ve anladığım kadarıyla “iyilik yapma”nın doğası çok karışık. Koşulsuz iyilik yapmak ile borç verme arasındaki çizgi çok incedir. Bir iyilik, karşılığında bir beklenti (maddi veya manevi ) içerdiği anda doğası değişiyor. Belki de gerçek iyilik, karşılığını beklemeden ve peşine düşmediğinde anlam kazanır.

   Kamusal alan, karakterimizi büyüten bir sahne gibidir. Normalde özelde yaşanacak bir durum, herkesin gözü önünde bir gurur ve utanç testine dönüşebilir.

   Kısacası dostlarım, o kısacık otobüs yolculuğu aslında güven, adalet, onur, utanç ve insan psikolojisinin karmaşıklığı üzerine minyatür bir hayat dersiydi…

 Güven SERİN 




9 Ağustos 2025 Cumartesi

AMERİKAN RÜYASI

 

İNTERNET

                                                  AMERİKA RÜYASI

( İnsan Kök Salacağı Toprakta Yaşamalı! )

   Toplumların hafızası, sanatçıların eserleriyle, bilim insanlarının uyarılarıyla ve halkın kalbindeki sevgiyle şekillenir. Bazen uzak diyarların parlak ışıkları gözümüzü kamaştırır, bazen de kendi toprağımızın sessiz bilgeliğini gözden kaçırırız. Peki, rüya ile kâbusu, umut ile aldanışı birbirinden ayıran o ince çizgi nerededir? Cevap, sandığımızdan daha yakınımızda: Eğitimde ve ülke bilincinde…

   Sesiyle nesillere dokunan, İsmet İnönü’nün bizzat soyismini verdiği “Altın plakların kraliçesi” Neşe Karaböcek’i düşünelim.1980’lerde Amerika’ya gittiğinde, oradaki müzik akımlarından etkilenerek “Amerika Albümleri”ni çıkardı. Kasetleri kapış kanış satılırken, o aslında bir değişimi, dönüşümü ama en önemlisi kendi müziğini evrenselle buluşturma denemesini yaşıyordu. Aynı yıllarda, Sylvester Stallone’nin canlandırdığı Rocky karakteri, filmleriyle gençlerimizin kalbinde taht kuruyor,”Amerikan rüyası” denilen o büyük hayali daha da körüklüyordu. Azimle her şeyin başarılabileceği bu rüya, milyonlarca gence ilham veriyordu.

   Ancak parlak madalyonun bir de karanlık yüzü vardır.1962’de aramızda ayrılan Marilyn Monroe’nun trajik hayatı, bu rüyaların nasıl bir kâbusa dönüşeceğinin en acı kanıtı olarak tarihe geçti. Çok daha yakın bir zamanda ise Amerikalı polis müfettişinin şu sözleri durumu özetliyor: “ Uyuşturucudan ölenlerin % 85’i Amerikan vatandaşıdır. Zenginler, çünkü yoksul ülkelerden gelen uyuşturucuyu satın alacak paraları var ve rüyalarını sürdürmek için buna ihtiyaç duyuyorlar.”

   İşte tehlike burada başlıyor. Yeterli eğitim ve bilinç süzgecinden geçirilmemiş her parlak vaat, iyi makyaj yapılmış bir kâbusa dönüşebilir. Toplumlar, bu tuzaklara bir “kurtuluş ümidiyle” sarılabilir.

   Bu noktada, aklın ve bilimin sesi devreye giriyor.1975’te özel bir kanunla Türkiye’nin ilk ve tek “ Türkiye Cumhuriyeti Profesörü” unvanını alan,Yale Üniversitesi’nde tarihin en genç tam profesörlerinden biri olan merhum Oktay Sinanoğlu,adeta bugüne sesleniyor.Onun uyarısı net ve sarsıcıydı: “Eğer aklınızı başınıza almazsanız yakında Türkçeye de ‘bay bay Türkçe’ dersiniz.Türkçe giderse Türkiye gider…Kendi kültürüne yabancılaşan,atasına küfreden insanlar haline gelirsin.Kendi ülkenin tabularını yabancılara kendi ellerinle sunarsın.”

   Sinanoğlu’nun bu feryadı, yabancı bir rüyanın peşinde koşarken kendi kimliğimizi, dilimizi ve dolayısıyla vatanımızı kaybetme riskini gözler önüne seriyor.

   Peki, çözüm ne? Yılların sanatçısı, halkın gönlünde eşsiz bir yere sahip olan Erol Evgin, bu sorunun cevabını bilgece veriyor: “ İnsan kök salacağı toprakta yaşamalı! Gençler diğer ülkelere gidiyor, gitsin! Ama tekrar kendi ülkelerine dönsünler…”

   İşte bütün meselenin özeti budur. Mesele, dünyaya kapanmak değil; dünyayı gezip, görüp, öğrenip, biriktirdikleriyle kendi toprağını yeşertmektir. Kök salacağımız yer, ana dilimizi konuştuğumuz, atalarımızın kanıyla, canıyla bedel ödeyerek bizlere vatan kaldığı bu topraklardır.

   Görünen o ki,”Amerikan rüyası” veya bir başka parlak hayal, ancak ve ancak sağlam bir “ülke bilinci” ve nitelikli bir “eğitim” ile anlamlı olabilir. Eğitim, bize sadece bilgi değil, aynı zamanda rüya ile iyi ambalajlanmış bir kâbusu ayırma becerisi de kazandırır.

  Gençlerimize düşen görev, Oktay Sinanoğlu’nun uyarısını aklında tutmak, Erol Evgin’in tavsiyesine kulak vermek ve bu toprakların değerini bilmektir. Bize düşen görev ise onlara bu bilinci aşılayacak, köklerini unutmadan dallarını evrene uzatmalarını sağlayacak bir eğitim sistemi ve bir ülke atmosferi sunmaktır. Çünkü unutmayalım, en güzel rüya, kendi vatanında, kendi kültürünle kurduğun gelecektir.

 Nasıl sesleniyordu şarkısında Neşe Karaböcek; “ Al gecenin rüzgârını koynumdan/Beni bana ver…”

Güven SERİN 



8 Ağustos 2025 Cuma

KURUYAN BİR AĞAÇ

 

Kamera , Güven 

Kamera; Güven

MEHMET AKİF IŞIN ( O bir kahraman )


                       KURUYAN BİR AĞAÇ ve UNUTLAN BİR VİZYON

     ( Sayın Müze Müdürü )

     Tekirdağ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’nin tam karşısında, İbrahim Müteferrika Parkı’nda yaşlı bir dişbudak ağacı can çekişiyor. Yaprakları çoktan kurumuş ve dalları çok yorgun, kökleri hayata küsmüş gibi… Her gün önünden yüzlerce insanın geçtiği bu ağacın sessiz ölümü, aslında bize bir ağaçtan çok daha fazlasını anlatıyor. Bize, vizyon-uzak görüşlülük sahibi bir liderin bir şehre nasıl bir ruh kattığını ve o ruhun sahipsiz kaldığında nasıl yavaş yavaş solduğunu haykırıyor.

   Bu hüzünlü manzarayı daha anlamlı kılan ise, tam karşısındaki müzenin ve o parkın varoluş hikâyesidir. O hikâyenin kahramanı, kurucu müze müdürü Mehmet Akif Işın’dır.

   Mehmet Akif Bey, maaşını alıp müzesinde oturan bir müdür değildi. O,bu şehrin tarihine, kültürüne ve doğasına âşık, idealist bir aydın; aydınımızdır… Onun için müze sadece taş duvarlar arasında sıkıştırılmış eserlerin sergilendiği bir depo değildi; yaşayan, nefes alan, şehirle bütünleşen bir kültür yuvasıydı. Müze önünde kuruyan akasyaları söktürüp yerine Şarköy’den getirdiği zeytin fidanlarını bizzat direrken toprağa sadece fidan değil, geleceğe uzanan bir vizyon-uzak görüşlülük ekiyordu.

   Onun vizyonu-uzak görüşlülük müzenin bahçesiyle, bahçeleriyle sınırlı kalmadı. Bugün kuruyan o ağaca ev sahipliği yapan İbrahim Müteferrika Parkı’nı ve içindeki tarihi çeşmeyi bu şehre kazandıran ve yine Mehmet Akif Işın’ın bitmeyen enerjisi ve kente olan adanmışlığıdır. O,sorumluluğunun müzenin kapısında bitmediğini biliyordu. Çünkü bir müze müdürü, sadece envanterdeki-dökümdeki eserlerden değil, o eserlerin ait olduğu şehrin ruhundan da sorumludur.

   Şimdi kuruyan o dişbudak ağacına tekrar dönelim. Ve o ağacın tam karşısındaki müzede oturan bugünün idarecisine bir anlığına düşünelim. Kurucu müdürün büyük bir emekle şehre armağan ettiği bu parkta, gözlerinin önünde bir hayat son buluyor.

   Acaba bu hazin son fark edildi mi? Yoksa bir müze müdürünün sorumluluğu, kendi binasının yeşiliyle mi sınırlıdır? Kurucusunun mirası olan karşı kaldırımdaki bir ağacın ölümü, müzenin ilgi alanına girmez mi? Mehmet Akif Işın, o ağacı yaşatmak için çırpınmaz mıydı?

   İşte bu sorular, verimli ve vizyoner yöneticiyle sıradan bir idareci arasında o derin uçurumu gözler önüne seriyor.

   Verimli yönetici, tıpkı Mehmet Akif Işın gibi, sadece koltuğunu değil, o koltuğun temsil ettiği tüm değerleri doldurur. Sorumluluk alanını duvarlarla sınırlamaz; şehrin her sokağını, her ağacını, her taşını kendi mirasının bir parçası olarak görür. İnisiyatifi ele alır, üretir ilham verir ve arkasında sadece düzenli bir envanter-döküm değil, yaşayan bir miras bırakır.

   Diğer yanda ise mevcut durumu korumayı yeterli gören, rutin dışına çıkmayan,”sorumluluk alanım değil” rahatlığına sığınan idareciler vardır. Onların yönetiminde kurumlar işler, ama asla şahlanmaz. Miras korunur gibi görünür, ama ruhu yavaş yavaş ölür. Tıpkı müzenin karşısındaki o yaşlı dişbudak ağacı gibi.

  O kuruyan ağaç, sadece bir bitki değildir. O ağaç, Mehmet Akif Işın gibi değerlerin bir şehre neler katabileceğinin ve bu vizyon-uzak görüşlülük sahipsiz kaldığında nelerin sessizce kaybedilebileceğinin hüzünlü bir sembolüdür.

  Umarız ki, müzenin pencerelerinden bakan gözler, sadece karşıdaki parka değil, o parkı var eden ruhun yüklediği geniş sorumluluğa da bakar. Çünkü gerçek miras, duvarların içinde saklanan değil, o duvarların ötesine taşınabilen vizyondur-uzak görüşlülüktür.

Güven SERİN 








7 Ağustos 2025 Perşembe

MANASTIR'IN ORTASINDA BİR AŞK SIZISI

 

İNTERNET

                                  MANASTIR’IN ORTASINDA BİR AŞK SIZISI

         ( Mustafa Kemal’in İlk Aşkı: Eleni )

    “Manastır’ın ortasında var bir havuz…”

   Bu türküyü ne zaman duysak, içimize Rumeli’nin o serin ve deli dolu rüzgârı dolar. Arnavut kaldırımlı sokaklarında gezinen bir hüzün ve coşku, yüreğimizin tam ortasına oturur. İşte o türkünün doğduğu topraklarda, o havuzun başında, sadece bir halk ezgisi değil, aynı zamanda tarihin en zarif, en dokunaklı ve en mahrem aşklarında biri filizlenmiştir. Bu, henüz bir milletin kurtarıcısı olmamış ama gözlerindeki zekâ ve yüreğindeki ateşle geleceği müjdeleyen o genç askeri lise öğrencisi Mustafa’nın, Manastır eşrafından Eftim Karinta’nın biricik kızı Eleni’ye duyduğu saf ve ölümsüz aşkın hikâyesidir.

   Bu aşk, öyle romanlarda okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz abartılı sahnelere sahip değildir. Belki bir hafta süren bu sohbet, belki aylara yayılan gizli bakışmalardır hepsi, bir evin balkonundan caddenin köşesinde bekleyene uzanan bir selam, bir gülümseme, bir anlık kalp çarpıntısı… Ama asil ruhların ve temiz yüreklerin hissettiği o ilk sevda ateşi, ömür denilen yolculuğun en unutulmaz, en derin izini bırakır. Mustafa ile Eleni’nin aşkı, tam da böyle bir izdir. Biri, omuzlarında taşıyacağı vatan yükünün henüz başında bir fidan; diğeri, kendi muhafazakâr dünyasının en narin çiçeği…

   Peki, bu iki genç kalp neden birleşmedi? İşte bu sorunun cevabını, onların aşklarını sıradanlıktan çıkarıp bir destana dönüştürür. Onları ayıran ne bir düşmanlık ne de bir ihanettir. Onları ayıran, kaderin her ikisi için çizdiği farklı yollardır. Mustafa’nın yolu, milletin istiklaline adanmış çetin bir mücadele yoluydu. O,kişisel mutluluğun değil, bir ulusun varoluşunu seçmek zorundaydı. Eleni ise o dönemin toplumsal koşulları içinde, ailesinin ve çevresinin beklentileriyle şekillenen bir hayata yürüyecekti.

   Onların büyüklüğü de burada başlar. Tıpkı Kerem’in Aslı’ya, Tahir’in Zühre’ye kavuşamayarak sevdalarını ölümsüzleştirmesi gibi, Mustafa ile Eleni’de kavuşamamalarına içleri kan ağlayarak saygı duydular. Birbirlerinin kaderlerine engel olmak yerine, o kısacak anda yaşadıkları saf sevginin hatırasını bir ömür yüreklerinde taşıdılar. Bu hikâye bize, sevginin sadece sahip olmak, birlikte olmak olmadığını öğretir. Gerçek sevgi, bazen en büyük fedakârlığı yapabilmek, sevdiğinin yoluna saygı duyup o yoldan çekilebilmektir. Mutluluğun sadece mülkiyete dayanmadığını, yürekte taşınan bir sadakatin ve anının da insanı bir ömür yaşatabileceğini gösterir.

   Bu dokunaklı aşk hikâyesinin tarihin tozlu sayfalarından kurtulup bize ulaşmasını sağlayan Üsküplü yazar Remzi Canova’dan, bu izi derinleştiren Altan Araslı’ya, Makedonyalı tarihçiler Trayko Ognenowski ve Çane Zdravkov’a tüm tarih ve gönül emekçilerimize sonsuz minnet borçluyuz. Onlar sayesinde anlıyoruz ki, bir milletin kurucusu olmuş o büyük dehanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün kalbinin derinliklerinde de tıpkı bizim gibi, hepimizin hissettiği gibi insani, dokunaklı ve masum bir aşk sızısı vardı.

   Bugün Manastır’a yolu düşenler, o meşhur türküyü mırıldanırken artık sadece bir ezgiyi değil, genç bir askeri öğrencinin yüreğinde bir ömür taşıdığı o büyük, mahrem ve saygılı aşkı da hatırlasınlar. Bu öykü, tiyatrolara, filmlere konu olmayı ve gençlerimize sevginin en saf, en fedakâr halini anlatmayı ziyadesiyle hak ediyor. Çünkü Mustafa ile Eleni’nin hikâyesi, sadece bir aşk öyküsü değil, aynı zamanda bir vatan sevdası uğruna kişisel arzulardan nasıl vazgeçilebildiğinin de en asil kanıtıdır. O aşk, Manastır’ın ortasındaki sulara karışmış, o türküyle birlikte sonsuza dek yaşayacak bir gönül mirasıdır.

   Bu öykü, bu eserle beni tanıştıran Kenan Oflaz’a ve onun zihninde gezinen, dolaşan yüzlerce, binlerce öykü;  şehir ve ülke kültürüne adanmış bir insanın yüksek ve asil duruşu adına teşekkürü borç biliyorum…

 Güven SERİN

  


5 Ağustos 2025 Salı

MODERN ZAMANLARIN OZANI: BARIŞ MANÇO

 

Kamera; Tamer Kaptan


Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven Moda İstanbul

        MODERN ZAMANLARIN OZANI, BİLGESİ: BARIŞ MANÇO

   Yıllar önceydi, Barış Manço’nun bu dünyadan göçtüğü o soğuk Şubat gününün hemen sonrası… Yolum, milyonların kalbinde taht kuran o büyük sanatçının Moda’daki evine düşmüştü. Hafızama kazınan, unutamadığım bir detay vardı: Evinin duvarları. Belki sadece bir metre yüksekliğindeydi. Komşularıyla arasına set çekmeyen, rüzgârın ve ışığın serbestçe dolaştığı, bahçesindeki ağaçların adeta tüm mahalleye ait bir orman gibi olduğu o mütevazı kale… O alçak duvarlar, aslında Barış Manço’nun tüm hayat felsefesinin fiziki bir yansımasıydı: Engelsiz, paylaşımcı, doğayla ve insanla bir bütün.

    Yıllar geçti, o duvarların ardındaki bilge adamın şarkılarını yüzlerce kez daha dinledim. Her dinleyişimde, notaların ve sözlerin arkasındaki o derin felsefe kendini daha çok belli etti. Tıpkı bugün,”Benden Öte Benden Ziyade” şarkısının içinde bir kez daha kaybolduğum gibi. Bu şarkı, Barış Manço’nun notalara döktüğü bir vasiyetname, bir hayat manifestosudur adeta

   Bir başka şarkısı, basit bir emirle başlar: “ Yaz dostum…” Manço, burada bir kâtip, bir sırdaş arar. Anlatacakları kişisel dertlerden öte, evrensel hakikatlerdir. Ve ilk ders gelir: “ Güzel sevmeyene adam denir mi?” Sevgiyi, ama “güzel” sevgiyi, yani incelikle, emekle ve karşılıksız ve derinlemesine sevmeyi insan olmanın temel şartı sayar. Bu, onun için popüler bir duygu değil, varoluşsal bir gerekliliktir.

   Ardından gelen dizeler, onun halk bilgeliğini zirveye ulaştırdığı anlardır.”Yoksul görsel besle kaymak bal ile…” Bu dize,”Halil İbrahim Sofrası”ndaki bereket felsefesinin bir özetidir. Paylaşmanın, gönül zenginliğinin, komşusu açken tok yatmayan o kadim Anadolu irfanının modern bir ozanın dilinden dökülüşüdür.

   Ve belki de en sarsıcı olanı. “ Yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile.”işte “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”nın burada yeniden karşımıza çıkar. Mehmet Ağa, ardından borç değil,”bir çift sarı çizme” yani hoş bir seda, temiz bir isim bırakmıştır. Manço, hepimize o en yalın gerçeği hatırlatır: Servetin, mülkün, şanın ve şöhretin,”alt üstü beş metrelik bez için” yani bir kefen için biriktirilen nafile çabalar olduğunu yüzümüze vurur. Tıpkı en güçlü hükümdarın bile fani olduğunu anlattığı “Süleyman” şarkısındaki gibi.

  Peki, tüm bu öğretilerin birleştiği o nakarat ne anlama gelir? “Benden öte, benden ziyade…”

   Bu bencilliğin ve egonun reddidir.”Ben” den öteye geçip “biz” olabilme çağrısıdır. Miras olarak bırakılacak olanın, bedenden, isimden, şöhretten daha fazlası; bir fikir, bir duruş, bir sevgi anlayışı olduğunu söyler.”Benden öte” olan, ardında bıraktığı eserler ve düşüncelerdir.”Benden ziyade” yani “benden daha önemli” olan ise bu düşüncelerin nesiller boyu yaşaması, insanlığa ışık tutmasıdır. Tıpkı o bir metrelik bahçe duvarları gibi,”ben”i hapsetmeyen, fikri ve sevgiyi herkesle paylaşan bir anlayış. Kaç sanatçı har hafta evinin adresini verip “ Lütfen bana yazın, ama muhakkak yazın” der ve demiştir?

  Barış Manço, bir müzisyen, bir sanatçı olmanın çok ötesinde, modern zamanların bilgesi ve ozanıydı. O,şarkılarıyla sadece kulaklarımıza değil, ruhlarımıza da seslendi. Moda’daki evinin alçak duvarları nasıl komşularıyla arasına bir engel koymadıysa,”Benden Öte Benden Ziyade” de onun felsefesinin zaman ve mekân tanımadan, yüzyıllar sonrasına bile ulaşacak o engelsiz, kucaklayıcı davettir.

   Yaz dostum, Barış Manço gibi “güzel seven” adamlar, bu dünyadan göçseler de felsefeleriyle sonsuza kadar yaşarlar.

   O,notalarının arasına yalnızca melodi değil, bir yaşam felsefesi, nesiller boyu çözülecek bir “gönül kodu” saklamıştır.

   Onun sanatı, dijital okyanusta kaybolan bir veri zerresi değil, yolunu kaybedenlere yol gösteren bir pusula, savrulan ruhlara tutunacak bir çapadır. O,fiziksel olarak aramızdan ayrılarak “benden öte” olanı başardı; ancak ardından bıraktığı bu ölümsüz kodlarla, her birimizin kalbinde “benden ziyade” yaşamaya devam ediyor…

 Güven SERİN 

  

 

 

 

 

   









2 Ağustos 2025 Cumartesi

TEKİRDAĞ'DA GÖRDÜĞÜM O YÜZ!

 


                                             TEKİRDAĞ’DA GÖRDÜĞÜM O YÜZ!

    ( Toplumsal Yetimlik )

   Bu yüzü, çaresiz bakışın kabul edişe sığınmış gencini anlatmak için ya yukarıdaki başlığı, ya da; “ Bir Adam, Bir Yüz, Bin Kırık Hayat” başlığını yazmayı düşündüm. Ancak, bendeki bu derin etkiyi, siz değerli okuyucuya anlatabilirim…

   Tekirdağ’ın bir köşesinde, Balıkesir’den gelen yorgun bir bedene uzatılan bir poşet yolluk… Bu sıradan ve insanı jest, modern toplumun en derin trajedilerinden birinin perdesini araladı. O poşeti “hatır için” alan, sanki yeme içme mecburiyeti onun için çoktan sona ermiş gibi duran o genç adamın yüzü, günlerdir zihnimde silinmiyor. Boş, ifadesiz ve bir o kadar ağır… Sanki yeryüzünde fazlalık olan bedeni değil, ruhuna yüklenmiş koca bir enkazı taşıyordu.

   O yüz,yalnızca kişisel bir dramın değil,parçalanmış ailelerin geride bıraktığı “duygusal mirasın” en net fotoğrafıydı.Anlattılar… Anne-babası ayrılmış “kurban çocuklardan” biriydi. Büyümüş, kendi yuvasını kurmuş ama o da yürümemiş, o da ayrılmıştı. Geriye kalan iki evladın, annelerinin yanında, babalarını sadece bir para kaynağı olarak görmesi, bu trajedinin ikinci perdesiydi. O genç adam, sadece bir eşten değil, bir gelecekten, bir baba olabilme onurundan da boşanmıştı aslında.

   Günlerdir o yüze bir isim, içimdeki sarsıntıya bir kavram arıyorum. Bu, basit bir umutsuzluk değil. Bu, bir “çaresizlik zırhı”. İnsan, kaybedecek bir şeyi kalmadığında korkusuzlaşır derler. Oysa bu bir cesaret değil, yaşamla arasına örülmüş en kalın duvarın, yani anlamsızlığın bir sonucudur. Sevgi, aidiyet, amaç gibi insanı hayata bağlayan tüm demirler koptuğunda, geriye kalan beden artık ne toplumsal kurallardan ne de yarının getireceklerinden çekinir. Çünkü “yarın” onun için bir umut değil, tekrar edilecek bir boşluktur. O yüz, işte bu yüzden korkusuz ve bu yüzden bu kadar ürkütücüydü.

   Bu, bireysel bir kader kurbanının çok ötesinde, toplumsal bir alarmdır. Bizler boşanmayı, medeni bir hak olarak görüp hukuki bir çerçeveye sığdırırken, “ayrılığın” bıraktığı sosyal ve kültürel enkazı görmezden geliyoruz. Ayrılan eşlerin ardında bıraktığı çocuklar, sadece bir evden diğerine gidip gelen bavullar değildir. Onlar, çoğu zaman sevginin ve güvenin istikrarsız zemininde büyüyen, gelecekteki kendi ilişkilerinde de aynı sarsıntıyı yaşama potansiyeli taşıyan “toplumsal yetimlerdir”.

   O gencin yüzündeki kıvılcımsızlık, aslında hepimize bir soru soruyor: Bu yaralara nasıl ÇARE üreteceğiz?

     Çözüm, boşanmaları engellemek değil,”sağlıklı ayrılmayı” bir toplumsal bilinç haline getirmektir. Ebeveynlik rolünün, eş rolünün bittiğinde sona ermediğini; bir çocuğun en temel ihtiyacının para veya hediye değil, koşulsuz sevgi ve güvene dayalı, istikrarlı bir ebeveyn figürü olduğunu her fırsatta işlemeliyiz.

   Okullarda, rehberlik servislerinde, aile danışmanlık merkezlerinde bu “duygusal enkazın” farkında olan erken önlem alacak birimler geliştirmeliyiz. Çocuklara ve gençlere, ailelerinden alamadıkları o güven ve aidiyet hissini bir nebze olsun sunacak destek ağlarını her tarafa yaymalıyız.

   En önemlisi de o boşluğa bakan yüzleri gördüğümüzde başımızı çevirmemeliyiz. O yüzler, sadece kendi kaderlerinin değil, bizim de duyarsızlığımızın, ihmalimizin ve yüzeysel çözümlerimizin birer aynasıdır. Tekirdağ’da şahit olduğumuz o genç adam, belki de çoktan kendi sessizliğine gömüldü ve Balıkesir’e geri döndü. Ama onun yüzü, geride kalanlara ağır bir sorumluluk bıraktı: Parçalanmış ailelerin görünmez mirasıyla daha kaç kuşağı kurban vereceğiz?

   Son söz: “Toplumsal Yetimlik” .Bu, sadece kuralların değil, köklerin de kaybedildiği bir haldir…

Güven SERİN 


30 Temmuz 2025 Çarşamba

KURTULUŞ MEŞALESİ ELİMİZDE,RUHLARI YANIBAŞIMIZDA

 


         KURTULUŞ MEŞALESİ ELİMİZDE, RUHLARI YANIBAŞIMIZDA

  ( Mehmet Ali Işıkgör )

  Günlerdir elimde, daha doğrusu yüreğimin başında bir eser var. Kapağını her araladığımda, Çanakkale’den, Samsun’a, Erzurum’a, Ankara’ya, Afyon’a, Uşak’a, Eskişehir’e, Sakarya’ya tüm şehirlerimizin, ilçelerimizin sınırlarında bir manevi rüzgâr esiyor sanki. Ceren Yayıncılık’tan çıkmış, ismiyle bile insana sorumluluğunu hatırlatan o kitap: KURTULUŞA CAN VERENLER.

   Bu paha biçilmez hazineyi günümüz Türkçesine kazandıran, eski yazının tozlu raflarından alıp yanı başımıza getiren ise şehrimizin değerli bir ismi, bir tarih sevdalısı, kıymetli hemşehrimiz Mehmet Ali Işıkgör. Kim bilir ne kadar uzun ve meşakkatli çalışmanın, ne büyük sabrın ürünüdür bu çeviri. Işıkgör’ün tarihe olan bu adanmışlığı olmasa, belki de  “ P.S.” mahlaslı meçhul bir vatanperverin kaleme aldığı bu şükran eseri, bir kütüphanenin sessizliğinde kalmaya devam edecekti. Mehmet Ali Bey, sadece bir kitabı çevirmemiş, bir devrin ruhunu, o ruhu taşıyan kahramanların sesini günümüze taşımış, Tekirdağ’dan tüm vatana vefa köprüsü kurmuştur.

  Kitabın sayfalarını çevirdikçe, bir milletin kaderini omuzlarında taşıyan devler geçit yapıyor önümüzden: Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey… Her birinin ismi, bu topraklara vurulmuş silinmez birer mühür. Onların hakkını ödemek? İmkânsız. Fakat bu eser, bize başka bir yolu, daha mühim bir vazifeyi hatırlatıyor: Onları anlamak, karakterlerini şekillendiren o çetin yolları öğrenmek ve “vatan için nasıl insan yetişmesi gerektiğini” bir an bile unutmamak.

  Eserin kimliği bilinmeyen yazarı, öylesine güçlü, öylesine derunu bir kalem kullanmış ki, okurken sadece tarihi bir metinle değil, kahramanlarımızın ruhlarıyla söyleşen bir metinle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu, kuru bir biyografi anlatısı değil; onurlu bir duruşun, sarsılmaz bir imanın ve çelikten bir iradenin edebi bir anıtıdır.

  Ve kitabın 20.sayfasında, eserin adeta omurgasını oluşturan, her okuyanın ruhunun derinliklerine işleyecek o cümleler beliriyor. Yazar, başkomutan için şöyle diyor:

“ Mustafa Kemal Paşa bir fevkalbeşerdir-insanüstü, üstün insandır. Bizim tarihimize de, başka tarihlere de böyle geçecektir. Bir milletin bütün arzularını hissetmek, ızdıraplarının acısını duymak için insanda fevkalade heyecan-coşku kabiliyeti olmalıdır. Memleketin geçirdiği ani olayı tam zamanında hissetti ve yayından fırlayan ok gibi savaş meydanına tam zamanında atıldı.’Ordular! Hedefiniz Akdeniz’dir.’dediği güne kadar metin serdarımız harbin her safhasında alnını yüksek tuttu. Milletin imanına güvendi. Aldanmayacağına emin oldu. Ve aldanmadı.”

  “Fevkalbeşer”…Ne muazzam bir tanım! Bir liderin sadece askeri dehasını değil, milletinin kalbinin her atışını kendi yüreğinde hissedebilme yeteneğini anlatan ne güçlü bir ifade! İşte bu kitap, o “fevkalbeşer” insanın ve onun kahraman silah arkadaşlarının hangi ateşlerde dövülerek çelikleştiğini fazla anlatıyor.

  Bu eseri bizlere ulaştıran Mehmet Ali Işıkgör’ün şehir ve ülke sevgisi, işte bu satırları gün yüzüne çıkarma hassasiyetinde gizlidir. Bu, sadece bir çeviri değil, aynı zamanda bir nöbettir; bir şükran nöbeti.

  Bugün, bu satırları okuyan her Tekirdağlı hemşehrimden ricamdır: Bu eseri bulun, okuyun ve okutun. Özellikle gençlerimize, çocuklarımıza hediye edelim. Çünkü bir milletin geleceği, geçmişindeki kahramanları ne kadar andığına ve onların açtığı yolda ne kadar kararlılıkla yürüdüğüne bağlıdır.

  Kurtuluş meşalesini yakan o kutlu kumandanların aziz hatırasına, o meçhul yazarın vatansever kalemine ve bu paha biçilmez mirası Tekirdağ’dan bizlere ulaştıran değerli Mehmet Ali Işıkgör’e sonsuz şükranla… Onların ruhu şad, mekânları cennet olsun… O meşale, artık bizim ellerimizde.

Güven SERİN 


29 Temmuz 2025 Salı

AĞLAMA PALYAÇO

 



                             AĞLAMA PALYAÇO MAKYAJIN BOZULMASIN

    ( Müjdat Gezen )

   İki dost, bir yerde ağabey ile kardeş bir kitap yazmaya karar vermişler ve ortaya çok zengin bir eser çıkmış. Okurken ülkemizin sanat değerlerine, efsanelerine uzanırken; “Yakın tarihimizin ne kadar çok zengin olduğunu” düşünmeden edemiyorsunuz…

   İsmail Dümbüllü, Sadık Şendil, Münir Özkul, Ferhan Şensoy, Kemal Sunal,Cahide Sonku,Aziz Nesin,Sadrı Alışık,Tarık Akan,Sezen Aksu,Metin Akpınar,Oğuz Aral,Ali Poyrazoğlu,Mustafa Alabora,Nilgün Belgün,Can Yücel,Celal Sururi,Cem Şendil,Hadi Çaman,Nükhet Duru,Uğur Dündar,Fecri Ebcioğlu daha yüzlerce isim; sanatçı ve zenginliğimiz-sanatçılarımız bu eserin içinde edebi dünyanın ölümsüz bir haliyle gülümsüyor…

  Halit Kıvanç Müjdat Gezen ile bir söyleyişi için yola çıkar ve “ Müjdat Gezen Kitabı “ ortaya çıkar…

   Yakın tarihimizin sanat dünyasıyla birlikte en büyük şehrimiz İstanbul’un kültürel, sosyal değerlerinin önünde bir defa değil bin kez eğiliyorum. Müjdat Gezen kitabının isminin nereden geldiğini açıklarken bir başka efsane ismi, çok derin bir saygı ve sevgi içinde anıyor;

 “Çok değerli dostum, büyüğüm” dediğim Aziz Nesin tarafından önerilmiş ve toplumu hep güldürmeye adanmış bir insan cefasını çekerken, aynı zamanda düşündüren bir yaradılışın zengin, halk sever, vatansever tarafında olmaya doğuştan ant içmiş bir yolcu…

   Müjdat Gezen Sanat Merkezi kuruluş felsefesinde çok değerli bir misyon vardır. Sanat ve halk sevgisi…

   Müjdat Gezen sıklıkla;

 “ Bana çok şey öğreten hocalarıma, Ustalarım adıyla bir kitap yazarak, vefa borcumu ödemeye çalışmıştım. Halkıma vefa borcumu da MSM’yi açarak ücretsiz eğitim yaparak ödemeye çalışıyorum. Bu meslekten para kazandım ben ve bu meslekten kazandığım paraları, bu mesleğe yetiştireceğim insanlara geri döndürmeyi hedefledim.”

   Bu sözcükler, hedef ve eyleme geçmiş: Yüzlerce, binlerce yeteneğe uzanmış felsefe için duygulanmamak mümkün mü? Ve şu soruyu göksel bir içtenlikle haykırmak lazım gelir:

—Vatanını, milletini sevme biçimini, söz sanatından çıkartıp eyleme döken bu kadar az insan, milyonlarca güzel düşünen insanların insanlık ayıbı değil mi? Niçin kandırıyoruz kendi kendimizi; aydın ve yürekli görünüp, yarı aydınlığı bile her daim bencilce kendimize saklıyoruz?

   Yüzlerce Müjdat GEZEN çıkması gerekmez mi? Hatta binlerce, on binlercesi…

   Bu eserin neredeyse her sayfası, sadece huzur bulmak, yeni bir şey öğrenmek için değil, yeniden kendi insanlığımızı sorgulamak için zihnimize iz bırakmasını isterim. Bir sayfa var ki, Nazım Hikmet’in bir sözünden yola çıkıyor sanatçı;

 “ ANALARDIR, ADAMI ADAM EDEN…” Diyerek kalbi, zihniyle, vicdanıyla, ahlakı ve deneyimleriyle bir bütün olmuş sanatçı belki de en önemli çöküntümüzü dile getiriyor; her gün bir ananın öldürüldüğü, kim bilir kaç ananın yüreklerinin yandığı bu zamanda;

 “ Eğer bir toplumu çürütmek istiyorsan, ence anneleri bozacaksın, annelerin kültür yapısını, dünyaya bakışını, evladıyla olan ilişkisini…”

 Güven SERİN 

 


  




26 Temmuz 2025 Cumartesi

ORMAN İŞÇİLERİ

 

                                           ORMAN İŞÇİLERİ

( Gazeteler Yazar: Yangını Söndürdük. Peki, O Ateşin İçine Giren Kimdi?)

   Yine o kahredici mevsimdeyiz. Güneşin her zamankinden daha yakıcı olduğu, toprağın çatladığı ve haber bültenlerinin içimize köz düşüren o başlığı attığı mevsimde: “Orman Yangını.” Ve dün, o başlığın altına saplanan hançer gibi bir haberle bir kez daha sarsıldık: “Eskişehir’deki yangında 10 şehit…” Alevlerin ortasında kalan beş orman işçisi, beş AKUT gönüllüsü… Sadece ağaçlar değil,”yüreğimiz de yandı.”

   Hani o meşhur şiirde sorar ya Bertolt Brecht,”Sezar Galya’yı yendi. Yanında bir aşçı bile yok muydu?”diye. Her zaferin, her büyük olayın ardındaki isimsiz kahramanları hatırladır bize. Biz de her yangın söndürüldüğünde soralım o halde: Haberler yazar “ Yangın kontrol altına alındı.” Peki, o ateşin kalbine, o cehennemin içine korkusuzca dalan kimdi? O feryat figan kaçışan sincapların, can havliyle topraktan fırlayan tavşanların önüne kalkan olan kimlerdi?

   Gelin, bu sorunun cevabını, yangının isini ve onurunu yüzünde taşıyan genç bir orman işçisinin, annesine anlattıklarında arayalım. Kulağımızla değil, doğrudan ruhumuza fısıldanan şu cümleleri dinleyelim:

 “Anne, bu göreve daha yeni başladım. İlk önce para kazanmaktı amacım. Şimdi, kurtardığımız canlıları görünce; o tavşanların, sincapların kaçışına, can telaşına şahit olunca ‘ ben bu işi sonsuza kadar yapmalıyım.’dedim. Öyle bir gönüllülük, öyle bir bilinç oluştu ki, artık ölen, şehit olan arkadaşlarımızın haberi bile beni korkutmuyor. Kurtarmak çok güzel bir duygu anne! Hangi yöreye, yangına gidersek gidelim, yüzlerimiz iniltiler çıkararak yanan ormanların isleriyle kaplı olduğu halde halkın bize karşı göstermiş olduğu coşku, o can ve mal telaşlarındaki saf halleriyle bizler için ellerinden ne geliyorsa onları yapması; beni orman işçisi olarak çok onurlandırdı. Bu onurdur artık bu yolda yolcu olmamın ana felsefesi…”

   Para kazanmak için çıkılan bir yolun, nasıl bir onur ve adanmışlık felsefesine dönüştüğünü görüyor musunuz? Şehitlik haberlerinin bile yıldırmadığı o çelikten iradeyi, bir canlının hayatını kurtarmanın verdiği o kutsal hazzı hissediyor musunuz? İşte bizim “orman işçisi” deyip geçtiğimiz, belki de sadece yangın haberlerinde hatırladığımız o kahramanların iç dünyası bu. Onlar için bu bir mesai değil, bir varoluş biçimi. Yanan her ağaç kendi canları, kurtardıkları her canlı kendi evlatları… Halkın bir bardak su ikramında, bir “Allah razı olsun” duasında buldukları o onur, onların en büyük rütbesi.

   Yıllardır aynı çaresizliği yaşıyoruz. Her yaz ciğerlerimiz yanıyor, her yaz yeni şehitler veriyoruz ve her sonbaharda unutuşun serinliğine bırakıyoruz kendimizi. Peki, o “daha kesin çare,” o “ölümsüz hizmet anlayışı” nedir? En pahalı uçakları, en teknolojik teçhizatları almak mıdır sadece? Hayır. En kesin çare, o genç ormancının yüreğindeki bilinci, toplumun geneline yaymaktır.

   En kesin çare; orman sadece bir yeşillik, bir mangal alanı olarak değil, bu toprağın nefesi, yağmuru, bereketi ve milyonlarca canlının yuvası olarak görmektir.

   En kesin çare; o alevlerin içine giren insanları sadece “şehit” olduklarında hatırlamak yerine, yılın her günü omuzlarında taşıdıkları kutsal yükü görmektir. Onların en modern koruyucu kıyafetleri, en ileri teknolojiyi, en iyi sosyal güvenceleri ve en önemlisi hak ettikleri o derin toplumsal saygıyı sunmaktır.

   Ve en kesin çare; bu savaşın sadece onların savaşı olmadığını anlatmaktır. Ormana atılan her cam şişe, söndürülmeden bırakılan her ateş, o kahramanların sırtına yüklenen bir ihanettir. Ormanı korumak, itfaiyecinin hortumuyla değil, bizim vicdanımızla başlar.

   Eskişehir’de toprağa düşen o on can, sadece birer rakam değil. Onlar, bu topraklar için canını ortaya koyan isimsiz kahramanlar, anıt mezarın en yeni üyeleridir. Onların anısına yapabileceğimiz en büyük saygı duruşu, bir sonraki yangın haberini çaresizlikle beklemek değil, o yangının hiç çıkmaması için, çıktığında ise tek bir canlı yanmaması için bugünden harekete geçmektir.

   Tarihi kitapları belki sadece “yangın söndürüldü” diye yazacak. Ama bizler, o ateşin içine yürekleriyle girenleri asla unutmayacağız.

   Ruhları şad, mekânları ormanların en serin gölgesi olsun.

NOT; Bu sözcükler,sözcüklere ruh katan bedenin emekleri, ORMAN İŞÇİLERİNE adanmıştır...

Güven SERİN 



25 Temmuz 2025 Cuma

HAYAT ERTELENDİ

 


                                     HAYAT ERTELENDİ, ÇAY SÖYLENDİ

   ( Ismarlanmayan O Kahvenin Hüznü )

  Sanıyorum gördüğüm manzara en pahallı tasarruf seçeneklerinden birisiydi! Deniz kenarında, insanın ruhunu dinlendiren o tatlı esintinin eşlik ettiği bir kafede oturuyordum. Yan masama, hayatın tüm yorgunluğunu ve aynı zamanda bir araya gelmenin o tatlı telaşını yüzlerinde taşıyan bir aile geldi. Bir erkek, eşi, küçük kızı, annesi ve ablası… Beş kişilik o küçük kalabalık, az önce kalkan birilerinin ardından denize en yakın gölge yeri kapmanın sevinciyle sandalyelerini, masalarını neşeyle düzenledi.

  Adamın yüzünde, geniş ailesini bir araya getirmiş olmanın haklı gururu ve gülümsemesi vardı. O anın keyfini perçinlemek istercesine sordu: “ Ne içiyorsunuz?”

   İlk cevap,oldukça zarif ve mutlu görünen eşinden geldi.Net ve beklentili bir sesle: “ Türk kahvesi.”

   Bu cevabın ardından adamın yüzündeki gülümseme bir anlığına dondu, yutkundu ve belki de farkında olmadan bütün atmosferi değiştirecek o soruyu sordu: “ Burada kahve kaç paradır?”

   Bu soru, masanın üzerinde görünmez bir hesap makinesi çalıştırmaya yetti. Bu, paranın konuşulduğu, sevginin ve anın değerinin maddi bir karşılığa büründürüldüğü o talihsiz andı. Sorunun yarattığı o sessiz baskıyı anında hisseden anne ve abla, neredeyse içgüdüsel bir refleksle, o tanıdık, fedakâr tınıyla cevap verdiler: “Biz çay içelim.” Seslerindeki çekingenlik ve kararsızlık, aslında içmek istediklerinin çay olmadığının en büyük kanıtıydı. Onlar, evlatlarını, kardeşlerini zora sokmamak adına kendi küçücük zevklerinden vazgeçmenin o asil ama bir o kadar da hüzünlü terbiyesini bir kez daha sergiliyorlardı.

   Masadaki tek kaygısız, belki de en bilge kişi olan küçük kız ise menüyü inceliyor, renkli resimlerin ve bilinmez veya bilinen tatların hayalini kuruyordu.

   Adam, belki de kahve ısmarlama konusundaki aceleci ve hesapçı tavrını telafi etmek istercesine gitmeden önce bir daha sordu: “ Evet herkes ne içiyor?” Cevap yine aynıydı, sadece eşi bir Türk kahvesi istediğini tekrarladı.

   Onlar gittikten sonra yanı başımdaki manzarayı, bu “an”ı düşündüm. O anne ve ablanın yüzündeki çizgilerde, sadece yaşanmışlıkların değil, işte böyle sayısız küçük fedakârlığın izleri vardı. Belli ki bu üç aile sık sık bir araya gelmiyordu. Yakalanan bu kıymetli fırsatta, denizin, güneşin ve gölgenin ortasında, geçmiş hatıralarının maneviyatla dolu bir Türk kahvesini höpürdeterek içme zevkinden mahrum kalmanın nezaketini gösteriyorlardı. Bizim kadınlarımızın, evlatlarını ve kardeşlerini her fırsatta kollayan o şefkatli kanatları, yan masamda bir kez daha açılmıştı.

   Hâlbuki o adam, ne kadar yüce bir fırsatı kaçırdığının farkında değildi. Hayat, sevdiklerimizle böylesine huzur dolu anları her zaman cömertçe sunmaz. O an, bir fincan kahvenin fiyatından çok daha değerliydi. O an, annesinin ve ablasının gözlerinin içine bakıp,”Canınız ne istiyorsa o olsun, bugün her şey benden!” demenin paha biçilmez hazzını yaşama fırsatıydı.

   Unutuyoruz… Her şeyin bir hesap olmadığını, böyle anlarda tıpkı doğanın kendisi gibi hesapsız, içten ve cömert olmamız gerektiğini unutuyoruz. Birlikteliğin, paylaşımın o eşsiz değerini, çoğu zaman en basit yerlerde, bir fincan kahvenin alçakgönüllü keyfinde kaybediyoruz.

  Bazen en büyük kazanç, cüzdanda kalan para değil, sevdiklerinin yüzünde bıraktığın hesapsız bir tebessümdür. Ve bazen en pahalı şey, aslında en ucuz olanı ısmarlamaktır; çünkü o an kaçırılan hayatın ta kendisidir.

Güven SERİN 


24 Temmuz 2025 Perşembe

KAŞIKÇILI TERZİ ÖMER BEY

 

Kamera; Şerif Bilir

Kamera; Nesip Bey 

                                       KAŞIKÇILI TERZİ ÖMER BEY

    Ömer Bey için; “ Şehrin kumaşını dokuyan zanaatkâr” dersek, çok iyi demiş oluruz…

   Her şehrin bir ruhu, bir hafızası vardır. Bu ruhu binalar, caddeler değil, o şehirde nefes alan, onunla yaşayan, onun derdiyle dertlenen insanlar oluşturur. Tekirdağ Sülemanpaşa’nın yalı bölgesinde, telaşlı adımlarını sanki bir ritüel gibi sahile bırakan, yüzündeki gün görmüş tebessümle selam veren Ömer Bey, işte bu şehrin ruhunu ayakta tutan o sessiz kahramanlardan biridir.

  Ömer Bey, kendini “ Kaşıkçı’nın evladı” olarak tanıtırken, sesinde gurur, köklerine ve zanaata duyduğu derin saygının bir yansımasıdır. Yıllarını küçük esnaf olarak, bir terzi dükkânının o kendine has kumaş ve tebeşir kokusu içinde geçirmiş. Makasının kumaşta bıraktığı o net iz,iğnesinin attığı her sağlam dikiş,onun hayat felsefesinin de bir özeti aslında.Emekli olmuş olabilir ama zanaatkâr ruhu asla emekli olmaz.O ruh,şimdi dükkânının duvarlarını aşıp Süleymanpaşa’nın sokaklarına,mahallelerine taşımış durumda.

   Onun için yaşadığı yer, üzerine titizlikle çalıştığı bir kıyafet gibidir. Nasıl ki usta bir terzi, kumaştaki en ufak bir söküğü, potluğu anında fark ederse, Ömer Bey de şehir dokusundaki aksaklıkları o zanaatkâr gözüyle hemen görür. Patlamış bir su borusu, kazılıp üstü kapatılmamış bir çukur, yanmayan bir sokak lambası… Bunlar onun için şehrin kumaşındaki söküklerdir. Ve o,bir an bile tereddüt etmeden eline telefonu alır, o söküğü dikmek için gerekli yerleri arar. Şikâyet etmek için değil, çözümün bir parçası olmak için. Çünkü zanaatkâr, sadece sorunu görmez, sorunu gidermenin de sorumluluğunu da ruhunda taşır.

   Yürüyüşleri, sadece bir spor aktivitesi değildir Ömer Bey için. Adeta bir “şehir devriyesidir.” Bu yürüyüşler sırasında hem bedeni hem de zihni çalışır. Çevresini dikkatle süzerken, bir yandan da zihin sporunu ihmal etmez. Okur, merak eder, sorar ve sorduğu soruların peşine düşer. Onunla yolda karşılaşıp başladığınız kısacak bir selamlaşma, bir anda memleket meselelerinden tarihe, sağlıktan felsefeye uzanan derin bir sohbete dönüşebilir. Bu sohbetler, onun basit ama etkili kültürünün, sıradanlığın içindeki bilgeliğin en güzel kanıtıdır.

   Ancak Ömer Bey’in o gülen yüzünün, yardımsever ve çözüm odaklı tavrının ardında, yıllardır içinde taşıdığı derin bir acı yatar. Bunu da yine o sahil kenarı sohbetlerinden birinde, en doğal haliyle öğrenirsiniz: İki evladından birini yıllar önce toprağa verdiğini… İşte o an anlarsınız ki, onun bu yorulmak bilmez çabası, başkalarının derdine dermen olma isteği, belki de kendi yanan yüreğini bir nebze olsun ferahlatma arzusudur. Acısını, topluma faydalı olarak, yaşadığı yeri güzelleştirerek sağlamaya çalışan bir babanın sessiz ve soylu çabasıdır bu.

   Ömer Bey; doğduğu köye olan sadakati, zanaatına olan aşkı ve yaşadığı şehre olan gönül bağıyla, modern zamanların kaybolmaya yüz tutmuş değerlerinin yaşayan bir anıtı gibidir. O,bize bir şehri sevmenin, sadece manzarasını izlemek değil, onun her bir sokağına, her bir insanına karşı sorumlu hissetmek olduğunu hatırlatır.

  Süleymanpaşa’nın sokaklarında yürürken, eğer yüzünde nazik bir tebessümle etrafı süzen, adımlarını sağlam basan o değerli insanla karşılaşırsanız, bilin ki şehrin görünmez bir koruyucusu, kumaşını ilmik ilmik dokuyan bir zanaatkâr ruhuyla tanışmışsınız demektir.

Güven SERİN 




19 Temmuz 2025 Cumartesi

MÜNİR SATKIN

 


Kamera; Güven 

                   TEKİRDA’IN KAYBOLAN ve YAŞAYAN DEĞERLERİ

    Tekirdağ’ın sokaklarında, dükkânlarında ve insanlarının anılarında sabırla ve adanmışlıkta geçen kırk yıllık bir emeğin meyvesi olan iki eser, şehrin kültürel mirasına ders niteliğinde bir armağan olarak sunuldu. Araştırmacı-yazar öğretmen Münir Satkın’ın son yayımladığı “Tekirdağ Geleneksel Meslek Hikâyeleri” ve “Tekirdağ Kültürel Hikâyeleri” adlı eserleri, okurlarını Tekirdağ’ın zaman tünelinde derin ve anlamlı bir yolculuğa çıkarıyor. Bu kitaplar, sadece bir şehrin değil, o şehre ruhunu veren esnafın, zanaatkârın ve onların yarattığı markaların ölümsüzleştiği birer anıt niteliğini taşıyor.

   Münir Satkın, bir öğretmen sabrıyla yıllar boyu dinlediği, not aldığı araştırdığı hikâyeleri bir araya getirerek Tekirdağ’ın sosyal ve kültürel dokusunu ilmek ilmek işliyor. Onun bu titiz çalışması, bir kentin kaderiyle bütünleşmiş mesleklerin ve bu mesleklere kimlik kazandıran ustaların unutulmaya yüz tutmuş öykülerini gün yüzüne çıkarıyor. Satkın’ın kaleminden dökülenler, sadece nostaljik-özlemli bir açıklama değil, aynı zamanda Tekirdağ’ın ticari ve sosyal hayatına yön vermiş,”marka olmuş” esnafın onurlandırıldığı bir vefa duyurusudur.

  “Tekirdağ Geleneksel Hikâyeleri” ve “Tekirdağ Kültürel Hikâyeleri”nin sayfalarını araladığınızda, Tekirdağ’ın yakın tarihine damga vurmuş mekânlar ve simalarla karşılaşıyorsunuz. Bir zamanların önemli yeri Dut Limanı ve gizemli Sütlüce Manastırı’nın fısıltıları, Ellinci Yıl Çay Bahçesi’nin ve İnci Boncuk Gazinosu’nun neşeli anıları, Sarı Köşk’ün zarif silueti-duruşu ve Saat Kulesi’nin zamana tanıklığı bu eserlerde yeniden canlanıyor.

   Hoca Veli Sokak, Arnavut kaldırımlarda yürürken, bir berberin anılarında kayboluyor, bir bakkalın veresiye defterindeki insan hikâyelerine tanıklık ediyorsunuz. Kitaplar, bizi Liman Çay Bahçesi’nin iğde kokulu serinliğine, Merdivenli Park’ın basamaklarına ve Mürefte Postası’nın getirdiği haberlerin heyecanına ortak ediyor. TARSAL Tesisleri’nin ve iskeleye yanaşan vapurların şehirdeki izleri, kaz avı maceraları, çobanların doğayla iç içe yaşamları, ayakkabıcıların, marangozların, demircilerin çekiç sesleri ve eski meyhanelerin duvarlarına sinmiş sohbetler, Satkın’ın özenli anlatımıyla adeta yeniden yaşanıyor.

   Bu eserler, Mavi Köşe gibi sembol mekânlardan, Tekirdağ’ın meşhur Kiraz Festivali’nin coşkusuna kadar şehrin kolektif hafızasını oluşturan her parçayı titizlikle bir araya getiriyor. Yazar, sadece meslekleri ve mekânları değil, o mesleklere ve mekânlara can veren, onlara marka değeri katan insanların öykülerini de aktararak, Tekirdağ’ın insan odaklı tarihini gözler önüne seriyor.

   Münir Satkın, bir öğretmen olarak başladığı hizmetini, bir yazar ve şehir tarihçisi olarak taçlandırmıştır. Onun bu paha biçilmez çabası, Tekirdağ’ın esnaf ve zanaatkârlarının, yani bu şehrin bel kemiğini oluşturan emekçi insanlarının onurlandırılmasıdır. Her biri kendi alanında birer marka olmuş bu ustaların hikâyeleri, gelecek nesillere sadece bir mesleğin inceliklerini değil, aynı zamanda dürüstlüğünü, çalışkanlığını ve bir şehre ait olmanın ne anlama geldiğini de anlatacak birer ders niteliğindedir.

  Münir Satkın öğretmenimizi ve değerli yazarımızı, Tekirdağ’ın kültürel kimliğine yaptığı bu eşsiz katkıdan dolayı gönülden kutluyoruz. Onun eserleri, Tekirdağ’ın havasıyla, suyuyla, toprağıyla ve insanıyla kader birliği yapmış tüm değerlerin bir araya geldiği, ölümsüz bir kaynak olarak kütüphanelerdeki ve gönüllerdeki en müstesna yerini alacaktır. Bu eserler, Tekirdağ’ın vefakâr esnafına ve onların unutulmaz hikâyelerine yakılmış birer şükran meşalesidir.

 Güven SERİN 






17 Temmuz 2025 Perşembe

YAZAR ve KAOS

 

İNTERNET

İNTERNET

                      KAOSUN KIYISINDA BİR DENİZ FENERİ: YAZAR

     Evrenimiz, başlangıçtan beri kaos-kargaşa senfonisi içinde olduğunu bilim insanlarının araştırmalarından öğreniyoruz. Büyük patlamanın anlık düzensizliğinden galaksilerin çarpışmasına, bir yıldızın ölümünden gezegenimizdeki tektonik hareketlere her şey ama her şey, bir devinim ve berilsizlik içinde var olur.

   Bu kozmik kaosun-karışıklığın küçük bir yansıması da kendi dünyamızda ve içimizde yaşanıyor. Savaşlar, salgınlar, toplumsal krizler, kişisel trajediler ve zihnimizin içinde susturamadığımız sesler… Hepsi de yaşamın bir parçasıdırlar.

   Görünen o ki, yalnız insan bu kargaşaların içinde anlam aramakla meşguldür. Sorulara cevap bulup, içindeki çok minik evren parçacığını bir yerde huzura kavuşturmak adına...

     Bu kaosun-kargaşanın tam da ortasında insanın yazma eylemi devreye girer. İnsan denen canlının kadim ve en güçlü eylem biçimlerinden birisi; yazarak zamanlar arası, belki zamansızlığın ötesine geçme eylemine sımsıkı tutunur.

   Yazma eylemi, kaosu-kargaşayı besleyen enerjiden de beslendiğini düşünüyorum. Gerçek ile düş arasında kurulacak bağlar; öykülere, masallara ve yeni başlangıçlara can vermiş, belki insanın tükenişini engelleyip, her türlü güçlüklerden sıyrılmasını sağlamıştır.

   Belki de yazar, kaosun gözlerinin içine bakarak görmüş olduğu çıplaklığı hammaddeye dönüştüren bir zanaatkârdır.

   Korku, kaygı, umut, kader gibi evrensel duygular, içimizde isimsiz birer fırtına gibidirler. Yazar, sözcükler yardımıyla bu fırtınayı uysallaştırır. Olanlara bir isim verir. Karakterler yardımıyla “ İte bu tam da istediğim şey! Denmesini sağlar. Yalnız olmadığımızın en büyük dayanışma biçimi de budur…

   Toplumların yaşadığı büyük zorluklar, kaosun-kargaşanın en yıkıcı halleridir. Yazar, bu halleri kayda geçirerek şahitlik eder. Bir roman,bir şiir veya bir deneme,o kaos anının gelecek nesillere aktarılmış bir uyarısı,bir anıtıdır.

   Yazı sanatı kaosu-kargaşayı yok edemez. Gürültü ve anlamsızlık hissinin yayıldığı çağımızda, bir yazarın omuzladığı yük, belki de her zamankinden daha ağırdır. Yazar, bize sadece bir hikaye anlatmaz; bize dünyayı, kendimizi ve dinmeyen kaosun içindeki yerimizi almamız için bir dil, bir pusula sunar. Bu sanattan öte, varoluşsal bir hizmettir.

   Bir yerde yazma eylemi, insanın kendi içindeki kozmosun parçalarını arama ve bulma erdemi, becerisidir.

    Her şeyin geçici sayıldığı bir dünyada yaşanan bin bir türlü sancıların ortasında kaybolmayıp, kendi iradesi ve hassasiyeti içinde duyularının; özgürlüğe, sonsuzluğa bir saygı duruşudur…

 Güven SERİN 


 

  




16 Temmuz 2025 Çarşamba

BAKSI MÜZESİ

 

İNTERNET

İNTERNET

                 ANADOLU’NUN KALBİNDE BİR IŞIK HÜZMESİ

( Baksı Müzesi )

   Bayburt’un derinliklerinde bir yerde, orada doğmuş, kökleri oranın dağları, kırları ve Anadolu kültürüyle yoğrulmuş bir aydın Dr.Hüsamettin Koçan’ın ortaya çıkardığı bir eserden söz etmek istiyorum. Bu eser yıllardır beni çağırıyor olsa da, o diyarlara gidip de kıyıcığından geçtiğim halde gidememenin hüznü hep saklıdır…

  Baksı Müzesi Çoruh Vadisi’nin yamacında yükseliyor. Amacı da çok basit: - Anadolu’nun kültürel zenginliğini modern sanatla harmanlayan öncü bir eser olmak… Bu müzede Hüsamettin Koçan’ın çocukluk hayalleri de var. Burası bir yapı olmaktan öte bir yer, yaşam felsefesidir.

   Baksı’nın bilinen anlamları; “Hekim” ve “ Şaman” anlamlarına gelen eski sözcüklerden adını alarak besleniyor. Baksı Müzesi ismi, eserin mimari görünüşü, şehirden uzak oluşu ve en önemlisi AYDINLARIN kendi doğduğu topraklara karşı duydukları sorumluluk, çok nadide bir örnektir…

   Baksı Müzesi kendi içinde kim bilir kaç devrimin meşalesini yakmış oldu. Kültür ve sanatın sadece büyük şehirlere ait olmadığının da kanıtı niteliğindedir. Müze, sadece sergilediği eserlerle değil, atölyeleri, eğitim programları ve istihdam olanaklarıyla orada yaşayan halkın yaşamlarına dokunan bir sorumluluk projesidir de…

  Tekirdağ ile Baksı Müzesi arasında bir bağ kurmak istesek nasıl bir bağ kurabiliriz? Burada bu topraklarda doğmuş yüzlerce, binlerce aydınımız ve zenginimiz var. Baksı Müzesi onlara bir ilham kaynağı verebilir, onların sonlu dünya ömürleri içinde bir yerde sonsuza hizmet anlayışı geliştirip, böyle eserlere imza atmalarını bekleye bilir miyiz? En azından dileklerimiz böyle olsun…

   Tekirdağ ile Bayburt, birbirlerine çok uzak şehirler olsa da burada yaşayan binlerce Bayburtlu insanımız var. Onların da yardımları, destekleriyle iki şehir arasında güçlü bir ruhani ve kültürel köprü kurmak mümkündür…

   Tekirdağ bereketli toprakları, sanayisi, kirlenen nehri, çok hızlı boşalan köyleri, uzun tarihi ve kendine özel kültürel değerleriyle öne çıkan şehrimizdir. Böyle müzeler, bizim şehrimizde de öncülük edebilir, sessizliğe, can sıkıntısına gömülmüş zengin aydınlarımız için “Yeniden Doğuş” projelerine, eserlerine de dönüşebilir…

  Tekirdağ’ın tarihi evleri, sokakları ve geleneksel motifleri Baksı’nın yaptığı gibi sanatsal projelere dönüştürülebilinir. Tekirdağ’ın Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan Miras Atölyeleri projelerimiz çok ağır işlese de, özel müzeciliğimiz gönüllü ve hızlı adımlar atarsa, kurumlarımız da kendi kıpırtılarını hızlandırabilirler…

   Aydın ve sanatçı sorumluluğu neden bu kadar önemli?

  Aydınların ve sanatçıların doğdukları yerlere yaptıkları bu tür hizmetler, yalnızca somut yapılar inşa etmekten çok daha fazlasını ifade eder. Bir vefa borcu ödemesi, toplumsal sorumluluğun yerine getirilmesi ve gelecek nesillere aktarılacak bir mirasın inşasıdır.

  Kendi topraklarından beslenen projeler, yerel halkın kendi kültürüne ve tarihine olan bağlılığını pekiştirir. Gençlere ilham verir. Onların aidiyet duygusunu güçlendirir.

  Baksı Müzesi kendi bölgesinde bir umut ışığı yaktı. Tekirdağ’da da Hüsamettin Koçan gibi mucize yaratacak aydınlar çıkar mı bilinmez! Ama isteniyor ve bekleniyor; umutla… Hüsamettin Koçan aynı zamanda, her birimizin kendi coğrafyamıza duyduğu sorumluluğu da hatırlatıyor.

  Bugünlerde Baksı Müzesi’nde sanatçı Seçkin Pirim’in “Zamanlı Zamansız” sergisi açıldı. Tam olarak neyi anlatıyor bilemesek de şöyle düşünebiliriz:

—Zamanlı Zamansız sergisi, sanatın zamana meydan okuyan gücünü vurguluyor. Bir sanat eseri, yaratıldığı dönemin ötesine geçebileceğini ve evrensel dilin kuşaklar boyunca aktarıldığını ve geleceğe ışık tuttuğunu gözler önüne seriyor olabilir mi?

 Güven SERİN