29 Eylül 2025 Pazartesi

FERİT YAVUZ

 


Neyzen Ferit Yavuz






ÜŞENME, VAZGEÇME, ERTELEME: NEYZEN FERİT’İN YOLCULUĞU

“Bir nefes neyden çıkar, bir adım toprağa düşer… İkisi de aynı ezgiyi söyler: hayatı erteleme.”

Hayatı bir köşeye bırakmayın, zamanı kovalamak veya öldürmek yerine onunla dost olan, ölümsüzlüğü masal veya destanlarda değil doğanın kucağında arayan bir insan…

 Kimi insanlar; yaşı ilerledikçe evine kapanır, gölgeli odalarda zamanını çürütür. Sonra gün gelir, ardına bakar ve “ömrüm ne kadar çabuk geçti” der. Tekirdağ doğumlu Neyzen Ferit Yavuz, tam tersine, zamanın avuçlarının içinden kayıp gitmesine izin vermeyenlerden…

 Ney üflerken çıkan her nağme, sanki insanın iç dünyasına bir dere gibi akar. O nefes, sadece bir ses değil; ruhun arınışı, zihnin dinginleşmesidir. Ferit Yavuz’un neyinden yükselen bu ses, sporla tamamlanır. Çünkü o aynı zamanda bir maraton koşucusudur. Koşarken attığı her adımda nefes, ritme dönüşür; damarlarında dolaşan kan, tıpkı ney üflerken havanın kamıştan geçişi gibi, bedenin melodisine karışır. Spor ve sanat, onun hayatında ayrı ayrı değil; bir bütünün iki kanadı gibidir.

 Ama bütün bu yolculuğun en özel durağı Tekirdağ kırlarındaki mütevazı kulübesidir. Birçok insan için kulübenin anlamı sıradan barınak olarak görülse de, Neyzen Ferit Yavuz için; adeta doğayla insanın nikâh tazelediği mabettir. Bahçesinde kendi elleriyle büyüttüğü sebzeler, dallarında meyveler sallanan ağaçlar vardır. Rüzgârın taşıdığı kokuya toprak eşlik eder; gün doğumunda bülbüller, akşamında cırcır böcekleri onun şarkı arkadaşları olur.

Orada toprağa basarken, dalından bir incir koparırken ya da bahçesinde çapasını vururken, aslında en büyük konserini doğaya verir. Neyiyle verdiği ses neyse, bahçesinden kopan domatesin, ağaçtan düşen armudun sesi de odur. Hepsi aynı ezginin farklı notalarıdır.

 Her hafta İstanbul’un kalabalığından sıyrılıp motoruna biner, Tekirdağ’a gelir. Kulübesine varınca nefeslenir, toprağına dokunur, doğanın aynasında kendini görür. Orada sanki eski çağların Gılgamış’ıdır; ölümsüzlük arar. Ama bilir ki asıl ölümsüzlük, şişelerde saklı bir iksir değil; bahçesindeki taze domatesin, biberin kokusu, dalından kopardığı elmanın tadı, sabah serinliğinde attığı koşu adımlarıdır.

 İnsan boşuna arar ölümsüzlüğü masallarda, destanlarda, kitaplarda. Asıl ömrü uzatan, ruhu genç tutan şey; hareket etmek, koşmak nefesin sesini duymak ve doğayla sarmaş dolaş olmak. Çünkü sporla güçlenen beden, neyle dinginleşen ruh ve toprakla bütünleşen yürek, insanın en doğal iksiridir.

 Sosyal medyada yazdığı üç sözcük de felsefeyi özetler aslında:

 Üşenme… Vazgeçme… Erteleme…

 Bu üç sözcük onun için süs değil, hayatın pusulasıdır. Çünkü üşenirse hayat donar, vazgeçerse yol biter, ertelerse zaman kaçar. O yüzden her sabah yeniden başlar; koşusunu yapar, neyini üfler, motoruna binen ve kulübesinin kapısını açar bahçesindeki kokularını yüreğine ve ruhuna çeker.

 Neyzen Ferit Yavuz’un öyküsü bize şunu fısıldar: Ölümsüzlük diye bir şey yoktur. Ama insanın elinde kalan zamanı, doğayla iç içe, sanatla ve sporla nefes alarak, sevdiklerine bağlanarak yaşamak vardır. İşte gerek iksir de budur.

 Onun nefesi neyden çıktığında, koşu ayak seslerinde, motorunun rüzgârında, kulübesinin bahçesinde yetişen meyvelerin tadında aynı şeyler vardır:

“Yaş rakamdan ibarettir. Ömür, yolun kendisidir.”

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 

 

 





26 Eylül 2025 Cuma

DALYAN

 

Kamera; Güven
Uçmakdere Dalyanı


Gaziköy Şarköy

Uçmakdere Şarköy

Uçmakdere'nin gülen yüzü: İbrahim


Yunus Usta ve bir ömre yayılan İbrahim'in dostluğu


                      DENİZ İÇİNDE BİR ÖZGÜRLÜK ŞARKISI: DALYAN

 Herkesin tatil yapıp dinlenmeye çekildiği bir günde biz Yunus Usta ile çoktan planladığımız Mürefte yoluna düştük. Kaç yıldır bu yöne gitsek de heyecan hep aynı. Çünkü yolun kendisi bile insana gençlik ve coşku katıyor. Yolun kendisini sadece gidilen bir mesafe değil, karşılaşılan insanlar, sohbetler ve manzaralarla tamamlanan bir hayat parçası gördüğünü an başka bir yolculuk başlıyor; kendisine doğru insanın…

 Mürefte yine zarif bir peri kızı gibiydi. Üzüm ve şıra kokuları içinde sahilde oturduk. Zeytin üreticileri bu yıl zeytin azlığından dert yansa da “Seneye daha iyi olur” diyecek kadar olgun ve umut doluydu. Kavun, karpuz, domates, üzüm tazeydi; yağlar ise geçen yılın emeğiyle şişelere girmişti. Bu umut ve sabır, bana asıl zenginliğin toprakla, üretimle kurulan bir bağ olduğunu bir kez daha gösterdi.

 Gaziköy’ün tar taş sokaklarında kaybolduk. Viran binalarının sessizliği arasında, bir yandan geçmişin gölgesi, diğer yandan denize açılan ışıklı pencereler vardı. Taş duvarların arasından geçerken insan hem tarihle hem de kendi içiyle konuşuyor gibi oluyor.

 Uçmakdere’de dostlarımızla kekik ve adaçayı kokulu sohbetlere daldık. Muhtar Burhan Bey ile köyün-mahallenin dertlerini konuştuk. İbrahim Bey ise sağlık sorunlarına rağmen bizi bahçesinde gülerek karşıladı. Onun o sevinçli ve yaşama sımsıkı tutunmuş hali, köy hayatının dayanışmacı ruhunu en sade bir şekilde özetliyordu.

 Ama bütün bu yolculukta beni en çok durduran şey, Uçmaktere sahilinde karşıma çıkan Dalyan oldu. Basit gibi görünen ama derin anlamlar taşıyan bir yapı… Uzun direkler üzerine kurulmuş, denizi engellemeyen, aksine onunla uyum içinde duran bir balıkçı Dalyanı.

 Çoraplarımı çıkartıp kayaların üzerine oturdum. Deniz ayaklarımı serinletirken gözlerim Dalyan’ın özgürlüğü anlatan duruşuna takıldı. Deniz kendi şarkısını söylerken Dalyan da o şarkıya kendi sessiz melodisini ekliyordu. İnsan orada hem huzuru buluyor hem de emeğin değerini hissediyor.

 Dalyan sadece bir balıkçının ekmek teknesi değil; eski çağlardan kalan bir sembol gibi. Yunan mitlerinde deniz tanrısı Poseidon’un suları yönetmesi boşuna değil. Bu basit yapı, hem balıkların göç yollarını koruyor hem de denizin akışını engellemiyor. Direkler arasında özgürce akan su, doğayla uyum içinde var olmanın sessiz göstergesi…

 Balıkçının ekmek teknesi olan bu yapı, doğanın bir parçası olmayı başarmış. Kimi yapılar insanın önüne duvar örer; kimi ise ufkunu açar. Dalyan işte tam da böyle; hem çalışkan ellerin emeği, hem de özgürlüğün direkleri. Tıpkı yol arkadaşım Yunus Çakır, Yunus Usta gibi; doğayla her daim uyumlu ve bir bütün…

 Dalyan’ın karşısında durduğunuzda denizin şarkısı değişir; çünkü o direklerin arasında yalnızca balık değil, özgürlüğün kendisi de tutulur. O an insan, doğayla kavga etmeden yaşamanın önemini öğrenir.

 Ve sanki bir şair fısıldıyor kulaklara:

 “Dalyan gibi dur, direkler gibi sabit ol; ama su gibi özgür ol.”

Güven SERİN  










23 Eylül 2025 Salı

BENİ ESKİ KIYILARA BAĞLAYAN: O SES

 


Kamera; Güven



             BENİ ESKİ KIYILARA BAĞLAYAN SES: DOĞA ve BİZ

 Çınarların altındaki bankta otururken bir yudum sade kahveyle güne başladım. Fedakâr Nesip Bey’im “Hemen getiriyorum” seslenişi, günün ilk sıcak notasıydı. Yanımda Hölderlın’in Seçme Şiirler kitabı vardı. Sayfalarını rasgele açtım ve karşıma “Anayurda Dönüş” şiirinden dizeler çıktı:

 “Ey sessiz yer! Ey tatlı meltemler…”

 Hölderlın… Onun dizeleri yalnızca kelimeler değil, ruhun derinliklerine dokunan bir çağrı gibiydi. Doğayı yüceltirken insanı da unutmayan, yalnızlığı ve özlemiyle hayatın her anını içselleştiren bir şair… Kıyılara ve sessiz yerlere duyduğu bağlılık, bugün sahilde hissettiğim huzurla birleşiyordu.

 Tam o anda sahilde, denizin ve rüzgârın sesiyle karışan başka bir ses yükseldi: Yelken Kulübü tarafından gelen şehir bandosu, ardında ellerinde pankartlarla yürüyen gönüllü insanlar… Dünya Temizlik Günü kapsamında düzenlenen Yeşil Miras Yürüyüşü’ndeydiler. “Çevre sevgisi vatan sevgisidir”,”Temiz çevre sağlıklı gelecek”,”Çöpsüz dünya mümkündür” pankartlarıyla, şehirlerinin güzelliklerine sahip çıkan insanları görmek içimi umutla doldurdu.

 Dün gezdiğim Alkaya sahilinin temiz olması gereken köşeleri ise ne yazık ki çöp poşetleri, boş su şişeleriyle doluydu. Erozyona karşı direnen bitkiler, çalılıklar, incir ağaçlarına sarılmış plastikler… Doğanın sessiz direnişi, insanların dikkatsizliğiyle gölgeleniyordu.

 O sırada oturduğum banka uğrayan Ekrem Bey ve Ömer Bey ile tanıdık bir sohbetin keyfini çıkardım. Hölderlın kitabını bir kenara bırakıp, dost sohbetinin koyu yudumlarına daldık. Doğa ile insanın, geçmiş ile bugünün iç içe geçtiği bu anlarda anlaşılan o ki; temiz bir çevre, sadece bir görev değil, aynı zamanda ruhun ve toplumun bir direncidir.

 Hölderlın hayatı boyunca savunduğu şey, doğanın ve insanın birlikte var olabileceği bir dengeydi. O,yalnızca kıyıları değil, insanın kalbini de gözlemleyen bir şairdi; her dizesinde hem bir özlem hem de bir uyanış vardı. Bu yüzden sahildeyken, onun dizelerini okurken, doğayı korumanın aslında insanlığı korumakla eş anlamlı olduğunu bir kez daha hissettim.

 Gözlerimi kapatıp dalga seslerini dinledim; hafif esinti yüzüme vururken, Hölderlın dizeleri zihnimde yankılandı:

 “Beni eski/ Mutlu kıyılara bağlayan/ Nedir ki, yurdumdan/ Daha çok seviyorum onları”

 Eski kıyılarımızı, temiz denizlerimizi ve parklarımızı korumak, yalnızca nostalji –hasret değil; gelecek nesiller için bir sorumluluk ve yaşam sevgisidir. Doğa bize sesleniyor; sessiz değiliz, birlikte cevap verebiliriz.

 Ve belki de en önemlisi: Her birimiz küçük bir adım atarak hem kendi ruhumuzu hem şehrimizin geleceğini koruyabiliriz. Bugün attığımız her adım, yarınların temiz sahilleri, tertemiz gökyüzü ve huzurlu parkları demektir. Çevreyi korumak, sadece doğayı değil, insanlığı da besler; çünkü doğa bizden bir şey ister, biz de ondan… Birbirimizi anlamayı.

 Bugün bir sahil temizliği, bir yudum kahve ve bir dize ile başlıyor olabilir. Ama her küçük eylem, doğaya ve insanlığa olan borcumuzu hatırlatır. Eski kıyılarımızı, sessiz rüzgârları, Öksel Demir’in şiirinde geçen buraya ait (Heybemde ince bir firişka rüzgârı) firişka esintisini, temiz denizleri birlikte koruyalım. Onları kaybetmek, sadece doğayı değil, kendimizi de kaybetmek olur.

Güven SERİN 







20 Eylül 2025 Cumartesi

ÇINARIN GÖLGESİNDE KÖK SALAN HATIRALAR

 


                  ÇINARIN GÖLGESİNDE KÖK SALAN HATIRALAR

 Yürüyüş yapmanın o engin huzurunu, o doyumsuz tadını her yerde deneyebilirsiniz. Hele bir de bildiğiniz bir şehrin kestirme yollarına dalmışsanız, mesafeler anlamını yitirir. Yakıcı güneşin engeline rağmen kimselerin duymadığı bir ıslığı çalarak, adımlarınız sizi tanıdık bir geçmişe doğru usulca çeker.

 İşte böyle bir günde, şehir merkezinde kalmış eski sanayi bölgesine düştü yolum. Evin ihtiyacı olan küçük bir malzemeyi birkaç dükkân gezdikten sonra bulunca, sanki büyük bir iş başarmış gibi derin bir nefes aldım. Asıl arayışım ise o an başladı. Çok öteleri, delikanlılık ve liseli zamanlarımı izlemek için o köhne basamakları tırmandım.

 Ve işte oradaydı. O kadim çınar, her zamanki gibi güçlü ve dimdik ayakta. Gözlerim, kırk yıl öncesini hiç gocunmadan aradı; İbrahim Ağabey ve Metin'in işlettiği Umut Büfe'yi bulmayı umdu. Zihnimde o efsanevi mekân canlandı: Çalışkan sahibi İbrahim Ağabey'in, marifetli elleriyle hazırladığı o meşhur kavurmaların kokusu burnuma gelir gibi oldu. Her daim kenarda duran sandık sandık portakalın, anında sıkılarak bardaklara dolan o taptaze, mis kokulu sularını hatırladım. Ne var ki, o lezzet ve sohbet durağını yerinde bulamadım. Zaman, bazı mekânları alıp götürse de hatıraların demir attığı limanları silemiyor. Bulduğum küçük bir masanın yanındaki sandalyeye ilişmeden bir çay söyledim. Tavla oynayanların şıkırtısı ve sohbet edenlerin uğultusu, çınar ağacının kadim gölgesine karışıyordu.

 Hükümet Caddesi ile Şaraphane Caddesi’nin kesiştiği yerde, tıpkı liseli zamanlarda oturduğum noktada olmak ne büyük şanstı! Caddelerden birkaç metre yüksekte, ulu bir çınarın koruyucu kanatları altında… Bir an, Sanat Okulu öğrencilerinin o tanıdık yüzleri yanımdan geçiyormuş gibi geldi. Öğretmenlerim; Ahmet Başar’ı, Osman Kamil Doğru’yu, Ali Geldi’yi, Zafer Tarım’ı, Vildan Hatipoğlu’nu, Ömer, Sadık ve daha nice öğretmenimi gördüm sanki. Arkadaşlarım Ali Boylu’yu, Cengiz’i, İsmail’i, Ümit’i, İlker’i, Okan’ı, Halim’i, Yavuz’u… Yüzlerce Sanat Okulu öğrencisinin o telaşlı, biraz mahcup, biraz coşkulu ama her daim yaşam dolu anlarını tekrar tekrar yaşadım, kökleri çok derinde olan çınarın koyu gölgesinde.

 Zamanın akışı gibi geçiyordu önümden bugünün gençleri. Şimdi kim bilir nerelerde, hangi umutların zaferleri veya hayal kırıklıkları içinde, benim gibi geçmişe dokunuyorlardır hatırladıkça.

 O geçmişe, yüzlerce tanıdık yüzle dolu o kıymetli hatıralara onurla baktım. Hatta cesaret edip, hiç burkulmadan, bir sızı duymadan dokundum onlara. Her biri çok önemliydi. Hepsi, bizim hayat yolculuğumuzun en değerli deneyimi, ölmemiş bir yaşama ait anılardan öte, bugünkü benliğimizin vefalı yol arkadaşlarıydı.

 İşte o an anladım ki, maziye özlem duymak, bugünden kaçmak değildir. Aksine, bugünü anlamlı kılan kökleri hatırlamaktır. O çınarın gölgesinde dinlenirken bulduğum huzur, sadece geçmişin bir yansıması değil, aynı zamanda anın ne kadar kıymetli olduğunun da bir kanıtıydı. Çünkü geçmiş, onurla dokunabildiğimizde, bugüne en güzel gölgeyi düşüren o kadim çınarın ta kendisidir…

 Güven SERİN 

  


16 Eylül 2025 Salı

İSPANYA BİSİKLET TURU

 




                               PEDALLARIN ÇIĞLIĞI, HALKIN VİCDANI

( İspanya Bisiklet Turu)

 Spor, insanlığın en saf rekabet alanı… Terin, disiplinin, emeğin; aynı zamanda dostluğun, barışın ve evrensel bir dilin adı. Bir futbol topu, bir basketbol potası, bir bisiklet pedalı… Hepsi farklı coğrafyalarda, farklı dillerde aynı şeyi söyler: Mücadele et, ama adil ol. Kazan ya da kaybet, insan kal.

Tam da bu yüzden, İspanya’nın gururu Vuelta a İspana, sadece bir bisiklet yarışı değildir. Pireneler’in dik yamaçlarında, Endülüs’ün kavurucu sıcağında pedal basan sporcular, insan azminin ve sınırları zorlamanın sembolüdür. Ancak bu yıl pedallar sadece hız için dönmedi. İspanya halkının vicdanı da yollara aktı.

 Filistin’de süren vahşete karşı, Madrid’in Bilbao’ya,Valladolid’den Barcelona’ya uzanan etaplarda yüzlerce kişi yollara indi.Kimi pankart açtı,kimi bitiş çizgisini kapattı.Yarışlar kesildi,etaplar kısaltıldı.Çünkü o halk biliyordu ki spor sessiz kalamaz.Spor,sadece güç gösterisi değildir; aynı zamanda insanlığın nabzını tutan bir aynadır.

 Ve artık bu satırları yazarken yarış tamamlandı. Şampiyon belli oldu, genel klasman sonuçları tarihe geçti. Fakat inanıyorum ki yıllar sonra kimse bu bisiklet turunu sadece kazanan isimle hatırlamayacak. Asıl hafızalara kazınacak olan, bisikletçilerin gölgesinde yükselen o vicdan sesleridir.

 Protestolar sırasında İspanyol halkının ruh hali bir matem sessizliği ve öfkenin gürültüsü arasında gidip geldi. Yol kenarında oturan gençler ellerindeki pankartlarda “ stop the massacre!” (Katliamı durdurun!” yazıyordu. Bazıları “No hay deporte en la guerra” (Savaşta spor olmaz) diye haykırdı. En çok duyulan sözlerden biri de şuydu: “Gaza vive, la hamanidad tambien” (Gazze yasasın, insanlık da yaşasın.) Bu sloganlar sadece yarış yolunu değil, aslında tüm dünyanın vicdanını kapattı.

 Tarihten biliyoruz: Stadyumlar bazen diktatörlere alkış, bazen özgürlüğe çığlık oldu.1968’de Meksika’daki Olimpiyat kürsüsünde siyah eldiven ile yumruk kaldıran atletler ne kadar doğru bir mesaj verdilerde, bugün İspanya sokaklarında bisikletçilerin yoluna oturan insanlar da aynı evrensel mirasa katkı sundular. Spor, eğer adaletsizliğe karşı sessizse, gerçek anlamını yitirir.

 Teknik açıdan bakıldığında, La Vuelta yine kıyasıya bir mücadeleye sahne oldu: Dağ etaplarının zorluğu, zamana karşı mücadeleler, üç bini aşkın kilometrelik parkur… Ama bu teknik başarıların üstünde, tarihe geçecek olan başka bir şey var: Halkın, bir spor müsabakasını vicdan kürsüsüne dönüştürmesi.

Pedallar sadece dağları tırmanmadı, aynı zamanda insanlığın kalbine doğru döndü. İspanya halkı,”Bu yarışın galibi kim olacak?” sorusundan önce, “Dünyada masumlar yaşasın mı ölsün mü?” sorusuna cevap aradı.

Sporun asıl güzelliği, insanları eğlendirmesi kadar; onlara düşündürmesi, vicdanlarını harekete geçirmesidir. Spor sahası, bir anlamda toplumun laboratuarıdır. İspanya’da yaşananlar bize bir kez daha hatırlattı: Eğer spor insanlığın yarasına dokunmuyorsa, sadece kuru bir gösteridir.

Bugün Tekirdağ sahilinde yürüyen bir genç de, İspanya’da yol kenarında pankart taşıyan bir anne de aynı sorumluluğun parçasıdır: İnsan kalabilmek. Sporun vicdanla birleştiği anlar, tarih sayfalarında altın harflerle yazılır. Vuelta a Espana 2025-İspanya Turu 2025,artık yalnızca bir bisiklet yarışı değil; barış için yükselen bir haykırış olarak anılacak.

 Güven SERİN 





15 Eylül 2025 Pazartesi

İPSALA'DA KÖKLERİNİ ARAMAK

 

Arif Yetim,Ahmet Enişte







İPSALA’DA KÖKLERİ ARAMAK ve BİR SÜKÛNET

USTASIYLA TANIŞMAK

 Balkan rüzgârlarının fısıltısını taşıyan İpsala'da, Meriç Nehri'nin kıyıcığında, zamanın ağır ve bilge adımlarla aktığı o topraklardaydım. Mazinin izini sürmek, toprağın altında sessizliğin erdemine bürünmüş akrabalarımın hatırasına bir selam durmak niyetiyle İpsala mezarlığının yolunu tutmak istedim. Kadim dostum Şerif Bilir'e bu niyetimi açtığımda, kendi meşguliyetini bir anlığına unutarak o vefalı tavrıyla, "Ben seni bırakayım," dedi ve ekledi: "Mezarcı Arif'i bir arayayım, oradaysa sana yardımcı olur."

"Arif kim?" sualim, hafızanın coğrafyasında bir kapı araladı. "Bizim Paşaköy'den," diye başladı Şerif, "Yıllardır bu mezarlığın sırrını o tutar. Kimin nerede ebedi uykusuna daldığını ondan iyi kimse bilmez." Bu sözler, basit bir tanışıklığın ötesinde, toprağa ve onun sakinlerine adanmış bir ömrün habercisiydi. Şerif, çarşıda olan Arif Bey'i alıp yanımıza getirdiğinde, karşımda lakabının hakkını veren, o ölüler ülkesinde kendi yüksek sükûnetini bulmuş ve bunu adeta ruhuna nakşetmiş bir adam duruyordu.

Arif Bey'in gözlerindeki o anlık heyecan, mesleğini bir görevden ziyade, bir yaşam biçimi olarak benimsediğinin en net deliliydi. Nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, aradığım isimleri bir bir sıraladım: Ali Dayım (Ali Darcan), Gürsel Eniştem (Gürsel Şimşek), Ercüment Darcan, Hasan Darcan ve teyzelerimin ( Ayşe,Fatma,Müzeyyen,Firdevs ) babaannesi Paşaköylü Güllü Önder... Her isimle birlikte Arif Bey’in hafıza defterinin sayfaları hızla çevriliyor, yüzünde o insanlara dair bir anının gölgesi beliriyordu. Hızlı ve kendinden emin adımlarla bizi mezarların başına götürdü. Orada, neredeyse hepsi yan yana, toprağın altında dahi bir aradalar; sanki yepyeni ve ebedi bir ülkenin kurucuları gibiydiler. Zamansız vedalarıyla yüreklerimizde derin izler bırakan, hayatlarının baharında bu sessiz topraklara emanet edilen o güzel ruhların huzurunda durmak, faniliğin en dokunaklı dersiydi. Bir zamanlar Gürel Turizmi bir marka haline getiren Hasan Gürel gibi İpsala'nın ne çok tanıdık siması, bu sessizlik cumhuriyetinde yan yana uzanıyordu.

Arif Bey, mezar kazıcılığını bir sevgi ve saygı ayini gibi yürütüyordu. Ağır bir ameliyat sonrası sarsılan sağlığını, yine bu çam ve kır kokularının birbirine karıştığı, masumiyetin hüküm sürdüğü sessiz dünyada yeniden bulmuştu. Sohbetimiz derinleştikçe, anlattığı mezar anılarıyla İpsala Mezarlığı, adeta felsefi bir sahneye dönüştü. Özellikle çok eski mezarları açtığında, bir zamanlar hayatla, gururla, sevgiyle dimdik duran o iskeletin, bir dokunuşla nasıl toza toprağa karıştığını anlatırken sesi bir anlığına kısıldı.

İşte o an, İpsala'nın çam kokulu mezarlığından sıyrılıp kendimi Shakespeare’in Elsinore’unda-Danimarka’sında buldum. Karşımda duran Arif Bey, Hamlet'in o meşhur sahnesindeki mezarcıydı sanki. Onun anlattığı, bir zamanlar görkemle ayakta duran bir bedenin fani kalıntılarının toprağa dönüş hikâyesi, Hamlet’in elinde tuttuğu Yorick’in kuru kafasına sorduğu o ebedi soruyu hatırlatıyordu: "Nerede şimdi o nüktelerin, o şakaların, o şarkıların?" Arif Bey, bir bilim insanı titizliği ve bir edebiyatçı derinliğiyle, hayatın ve ölümün en yalın gerçeğini, faniliğin felsefesini dile getiriyordu. Onu dinlerken, mezarcıyla konuşan Hamlet’in diyaloglarının içinde gibiydim.

Sohbetin bir yerinde Halim Dayım ve Remziye Yengem'in mezarlarını sordum. Bir an bile tereddüt etmeden, ayağına üşenmeden mezarlığın öteki ucuna doğru yürümeye başladı. Bu yürüyüş, onun için bir angarya değil, hafızaya gösterilen bir sadakat yeminiydi.

Arif Bey, bu işi büyük bir saygınlık ve sükûnet içinde yapan, toprağın altındaki her bedene birer emanet gibi bakan, yaşayan bir arşiv, sessizler ülkesinin bilge bir bekçisiydi. İpsala'dan ayrılırken aklımda sadece bulduğum mezarlar değil, ölüme ve hafızaya adanmış bu mütevazı ama bir o kadar da yüce ruhlu adamın portresi kalmıştı. O, toprağın şairidir; her gün faniliğin en dokunaklı şiirini okuyan ve sessizliğin dilini en iyi konuşan adam...

İpsala'dan ayrılmadan önce yaşadığım kısa bir anı, bu toprakların ruhunu belki de en iyi özetleyen bir hediye gibiydi. Mezarlık ziyareti sonrası yolda, sanki omuzlarına dünyanın yükü binmiş, yaşama küsmüş gibi ağır adımlarla yürüyen birini gördüm. Önce ikimiz de birbirimizi tanıyamadık. İçimdeki bir tereddüdü yenerek "Ahmet Abi, Ahmet Enişte?" diye seslendim. O an, sanki derin bir uykudan uyanan bir canlı gibi irkildi ve bana dönen yüzünde yıllardır bildiğim o neşeli, taze ve aydınlık gülümseme belirdi: "Yusuf'un oğlu Güven! Sen Güven'sin!" O on dakikalık sohbette, az önceki yarı uykudaki yorgun adam gitmiş, yerine benim tanıdığım, neşesiyle içimizi ısıtan Ahmet Enişte gelmişti. Sadece babam Yusuf Serin'i anmak, onu yâd etmek bile ikimizin de ruhuna on dakikalığına da olsa bir bahar getirmişti. İpsala, sadece tarlaları ve binalarıyla değil, işte böyle bir selamla yeniden canlanan hatıraları ve bir anıyla birbirine şifa olan insanlarıyla var olmaya devam ediyor.

Güven SERİN 

 

 

13 Eylül 2025 Cumartesi

ZORBA GİBİ DANS ETMEK Mİ

 




                              ZORBA GİBİ DANS ETMEK Mİ?

   Bu çalışmamın uzun başlığı tam olarak: Zorba Gibi Dans Etmek mi? Alexandre Gibi Hatırlanmak mı? Olacaktır…

 İki eserin bitmeyen sorgulamasının küçük bir özetini siz değerli okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Belki kendi gününe bir gün daha eklemek, kendi sorularına bir cevap daha bulup yaşamın sonsuzluğu içinde kendimize biraz daha yakın olup sokuluruz diye…

                        

  Eninde sonunda insan başladığı yere geri dönermiş! Onlarca film izler, yüzlerce kitap okuruz. Bazıları sıklıkla geri çağırır insanı… Theo Agelopoulos’un yönettiği Sonsuzluk ve Bir Gün filmi, Sınırlar üçlemesinin son filmidir. Zorba romanı da Nikos Kazancakis’in eseridir. Her iki esere tam olarak bulamadığım: Kim bilir hangi sözcüklerin kavram arayışları içinde geri dönüyorum.

   Bazı filmler ve kitaplar hayat boyu liman vazifesi görürler. İnsan fırtınalı havalarda veya kendine daha çok sokulmak istediği anlarda o limanlara uğramak, belki de ruhunu tamir etmek için çekilmek istiyor…

   Ne zaman ruhumuz bir arayışa girse, ne zaman kelimeler kifayetsiz kalsa, o tanıdık, samimi sahnelere geri döneriz. Nikos Kazancakis’in Zorba’sı ne ise, Yunan sinemasının melankolik şairi Theo Angeloyoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filmi de odur. Peki, ama bu eserlerdeki gizemli güç veya güçler nedir?

   Biri “anı yaşa” diye haykırırken, diğeri geçmişin gölgelerinde bir gün daha isteyen bir adamın hikâyesini anlatıyor.

   Bu eserlerde tam olarak ne buldum? Ölmek üzere olan bir şairin son günün anlatan bir film… Sıradan bir gün değil bu gün. Tüm bir ömrün, pişmanlıkların, kaçırılmış fırsatların ve kayıp bir aşkın içine sığdırıldığı bir zaman yolculuğu. Film ve karakter bize sıklıkla sorar:

—Bir günü sonsuz kılmak mümkün mü? Belki de hafıza ve zamanın sınırlarını aşmanın bir yoludur!

   Yolları Arnavutluk sınırından kaçan küçük bir çocukla kesişir. Sınırlar, sadece ülkeler arasındaki sınırlar değil; yaşamla ölüm, geçmiş ile gelecek, diller ve kültürler arasındaki sınırlar… Şair ölmeden önce biriyle bağ kurarak kendi varoluşsal yalnızlığını aşmaya çalışır.

  Kazancakis’in Zorba eseri ise bu çıkmaz hallerde daha çok aklıma geliyor. Zorba, felsefeyi, kelimeleri ve planları bir kenara atıp dans ederek, içerek, severek hayatın ta kendisi olmayı seçiyor. Onun için anlam, eylemin içindedir. Zorba karakteri: Nasıl yaşanır? Sorusuna coşkuyla cevap verir. Theo Angelopoulos’un karakteri Alexandre ise hayatı boyunca kelimelerin ve düşüncelerin içinde kaybolmuş, eyleme geçmemiş bir entelektüeldir.

   “Sonsuzluk ve Bir Gün “ sadece bir film değil, ruhumuzun derinliklerine inen şiirsel bir sorgulamadır. Zamanın ne kadar göreceli, anıların ne kadar değerli ve söylenmemiş sözlerin ne kadar ağır olduğunu hatırlatır. Tıpkı, Zorba’nın bizi ayağa kaldırıp dans ettirme gücü gibi, Angelopoulos’un filmi de, bizi oturtup kendi içimizde, kendi ‘bir günümüze’ bakmaya davet eder.

   Belki de bu eserlere dönmemin nedeni budur. Hayatın karmaşası içinde unuttuğumuz en temel soruları sorma cesaretini ve kendi cevaplarımızı bulmak için ihtiyaç duyduğumuz o ‘ ödünç alınmış kelimeleri’ vermeleridir…

   Birisi sözcüklerin büyüsüne kapılmışken, diğeri dansın ve o anın büyüsüne kapılmış bir halde, belki de kendi hayatlarının sürgünü olmanın ibretsel öykülerini bırakıyorlar geride…

 Güven SERİN 






11 Eylül 2025 Perşembe

YÜRÜYEN YAŞAR,SOSYALLEŞEN GENÇ KALIR

 



Kamera; Güven
İhsan Göçmen ve Osman Kamil Doğru

Kamera, Güven
Raşit Yavuz


              YÜRÜYEN YAŞAR, SOSYALLEŞEN GENÇ KALIR

  Bir otobüs yolculuğuna karar verirseniz… İneceğiniz duraktan birkaç durak önce inersiniz. Kalan yolu yürürsünüz. İşte hayat dediğiniz şey, bazen böylesine basit bir seçimden ibarettir. Adımlarınız sizi yalnız gideceğiniz yere değil, sağlığınıza, huzurunuza ve yeni bir karşılaşamaya da götürür.

 Kumbağ ziyaretimde birkaç durak önce inip yürürken rastladığım Raşit Yavuz tam da vereceğim örneğe uygun bir buluşmadır. Toprağına, kırlarına, yaşadığı yere sımsıkı bağlı… Zeytinyağıyla, kavunuyla, üzümüyle hem kendi rızkını hem de yaşadığı yerin bereketini sırtlamış. Temiz, bakımlı ve güler yüzlü. Yıllarını aşındırmamış, tersine yıllara gülerek, yürüyerek direnmiş. Çünkü aidiyet insana yaşama gücü verir; kök saldığı topraklarla birlikte diri kalır.

 Bir gün sonra Süleymanpaşa sahilinde oturmuş, Nesip Bey’in getirdiği çayı yudumlarken yine aynı hakikati gördüm. Yan banka gelenler, iki kıymetli öğretmendi: Tarih derslerinde bize ışık tutmuş Osman Kamil Doğru ve yıllarca komşuluk yaptığım,”öğretmenler öğretmeni” diye anılan İhsan Göçmen. Daha da anlamlı olanı, İhsan Bey’in, Osman Kamil Doğru’nun Namık Kemal Lisesi’ndeki hocası olmasıydı. Yani orada üç kuşak bir araya gelmişti. Kısa bir sohbetti ama değeri ömre bedeldi. Çünkü hareket eden, insan içine karışan, dostlarla yüz yüze gelen kişi ömrüne ömür katar.

 İşte tam da burada şu düşünceyi dile getiriyorum: Uzun ve huzurlu ömrün sırrı nedir?

 Aslında cevap, yaşadığımız bu küçük anların içinde gizlidir. Bilim insanlarının yıllardır araştırdığı,”Mavi Bölgeler”de-insanların çok dağha uzun yaşadığı Okinowa, Sardunya, Ikaria gibi yerlerde-ortak bir sır var:

 Doğal ve ölçülü beslenmek. (Sofradan doymadan kalkmak, bitkisel ağırlıklı beslenme.)

Günlük hareketi hayatın içine katmak. (Yürüyüş, bahçe işleri )

Stresle başa çıkmak.(Dua, meditasyon, doğayı seyretmek)

Güçlü sosyal bağlar kurmak.(Aile,dostluk,komşuluk…)

Kötü alışkanlıklardan uzak durmak.

Yaşama daima olumlu bakmak.

 Aslında bunların hepsi, Raşit Yavuz’un tarlasına, bahçesine bağlılığıyla, sahildeki karşılaştığım iki kuşak öğretmenlerimizin-Osman Kamil Doğru, İhsan Göçmen’in yaşamın içinde kalmaları, sımsıkı yapışıp kök saldıkları yerle büyük bir aidiyet bağı geliştirmeleridir anlatmak istediğim huzurlu ömrün ve huzurun karşılığı…

 Yani uzun ömür, huzurlu hayat, büyük sırlarla değil; sürekli ama küçük adımlarla kuruluyor.

 Hayatın sırrı, en basit haliyle: Yürümek ve paylaşmak… Yürüyen hem genç kalır, hem de ruhuna sağlık katar. Paylaşan ise yalnızlığı aşar, huzuru bulur.

Güven SERİN  



10 Eylül 2025 Çarşamba

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE

 



ATATÜRK’ÜN GENÇLERE “MUTLAKA OKUYUN” DEDİĞİ O KİTAP

    ( Beyaz Zambaklar Ülkesinde )

 Atatürk’ün başucundaki formül: Bir avuç aydının bataklığı vahaya çevirmesinin gizemi o kitabın sayfaları arasındaydı.

 Hiç düşündünüz mü? Binlerce kitap devirmiş, bir imparatorluğun küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurmuş, strateji dehası bir lider, niçin Finlandiya gibi uzak o zamanlar adı sanı pek duyulmamış bir ülkenin hikâyesini bu kadar önemser? Mustafa Kemal Atatürk, Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabını okuduğunda sadece etkilenmekle kalmaz, bir emir verir: “Bu kitap, derhal okulların, özellikle de askeri okulların müfredatına alınacak!”

 Peki, neydi o sarı sayfalardaki sır? Atatürk,”Suomi” yani “Bataklıklar Ülkesi” olarak anılan Finlandiya’nın hazin hikâyesinde ne görmüştü?

 Kitap, bir milletin uyanış destanıdır. Yüzyıllarca İsveç ve Rusya’nın gölgesinde kalmış, kendi dilini ve kültürünü unutmaya yüz tutmuş, yoksulluk ve cehalet içinde çırpınan bir halk… Kısacası, umutsuzluğun donmuş toprağı Finlandiya. Ama sonra bir avuç idealist aydın, bir avuç “halk kahramanı” ortaya çıkar. Bunlar krallar, komutanlar değil; Johan Vilhelm Snellman gibi filizoflar, köy papazları, öğretmenler, doktorlar ve hatta okuma yazma bilen köylülerdir.

 Bu isimsiz kahramanlar, ülkeyi kılıçla değil, fikirle kurtarmaya karar verirler. Köy köy gezer, bataklıkları nasıl kurutacaklarını, modern tarımı, hijyeni, en önemlisi de okuma yazmayı ve milli bilinci anlatırlar. Kışlalardaki subaylar, askerlere sadece savaş talimi yaptırmaz, onlara birer “aydınlanma neferi” olmayı öğretir. Rüşvetçi memura, tembel halka, miskin aydına karşı amansız bir “kültür savaşı” başlatılır.

Kitabın ana fikri şudur: Bir ülkeyi kurtaracak olan ne topraktaki maden ne de kasadaki altındır. Bir ülkenin gerçek hazinesi, halkın irfanı, çalışkanlığı ve ahlakıdır. Finlandiya, bu bir avuç insanın yaktığı meşale sayesinde, o bataklıklar diyarından pırıl pırıl, modern ve örnek bir cumhuriyete, bir “beyaz zambaklar ülkesine” dönüşür.

Atatürk neden bu kitabı seçti?

 Şimdi resmi daha net görüyoruz,değil mi?Atatürk,Finlandiya’nın hikâyesinde aslında Türkiye’nin yol haritasını görmüştü.O,”bataklık” kelimesinde yoksulluk,cehalet ve teslimiyet içinde kıvranan Anadolu’yu; “beyaz zambaklar” da ise kurmak istediği aydınlık,çağdaş ve onurlu Türk milletini görüyordu.

 Atatürk’ün üzerinde durduğu detaylar tam da bunlardı:

 1-Kurtuluş Yukarıdan Değil, Aşağıdan Başlar: Devrimler sadece Ankara’dan kanun çıkarmakla olmazdı. Asıl devrim, köydeki öğretmenin, kışladaki subayın, hastanedeki doktorun halkın zihninde yapacağı devrimdi.

 2-Ordu Sadece Vatanı Değil, Fikri De Korur: Askerin görevi sadece sınır beklemek değildi. Atatürk, askerin her gittiği yere medeniyet, bilgi ve aydınlanma götüren bir “irfan ordusu” olmasını istiyordu.

 3-Yaşamı Yenilemek: Bu ifade kilit noktadadır. Mesele sadece düşmanı kovmak değil, düşmanın geri gelmesine sebep olan cehaleti, tembelliği ve kötü alışkanlıkları da kovmaktır. Yani hayatı, zihinleri, toplumu kökünden yenilemek gerekiyordu.

 Peki, bu kitap bugün bize ne söyler?

 Sızlanmayı Bırak, Sorumluluk Al: Kitap “devlet yapsın” kolaycılığını reddeder.”Ben bu ülke için ne yapabilirim?” sorusunu sordurur. Bir çöpü yere atmamaktan, işini en iyi şekilde yapmaya kadar her şeyin bir vatan hizmeti olduğunu hatırlatır.

 Gerçek Güç, Bilgidir: Bir milleti ayağı kaldıranın da batıranın da eğitim ve kültür olduğunu tokat gibi yüzünüze çarpar.

 En karanlık, en imkânsız görünen anlarda bile bir avuç inançlı insanın neleri yapacağını gösterir.

O beyaz zambakları kendi toprağımızda yeniden yeşertme görevi, dün olduğu gibi bugün de hepimizin omuzlarındadır.

 Güven SERİN 



9 Eylül 2025 Salı

AMERİKA AÇIK TENİS TURNUVASI

 




              38 YAŞIN AĞIRLIĞI, BİR GENÇ KAHRAMANIN ZAFERİ

 ( Amerika Açık Tenis Yarı Final Maçı )

 Amerika Açık’ta izlediğimiz Carlos Alcaraz ile Novak Djokoviç mücadelesi, tenis tarihine adını altın harflerle yazacak sahnelerle doluydu. Sanki bir final maçıydı ama içimde daha derin, hüzünlü bir his bıraktı: 38 yaşındaki Djokoviç’in ağır ağır, adeta bir şairin son dizesi gibi kortlardan çekilişi… Her adımıyla, yılların yorgunluğunu, bir ömrün disiplinini ve mücadele azmini hissettirdi.

 Birkaç yıl önce Federer’in vedası, ardından Nadal’ın sessizce sahneleri terk edişi, içime çöken acılı, bol baharatlı hüznü bir kez daha hatırlattı. Bu üç isim: Federer,Nadal,Djokoviç-tenis tarihine sadece şampiyonluklarıyla değil,disiplinleri,mücadele azimleri ve ahlaki duruşlarıyla kazındı.Onlar,dünya spor tarihine öyle bir kitap bıraktılar ki her sayfası başarılarla,çalışmayla.hüzünle dolu; öyküleri dilden dile,kuşaktan kuşağa aktarılmalı.

 Ve işte karşımızda Alcaraz ve Djokoviç… Maçın başından itibaren kortta adeta bir zaman tüneli açıldı. Genç İspanyol, enerjisi ve temposuyla oyunun ritmini belirlerken, Djokoviç’in her hamlesinde yılların deneyimi, akıl ve ustalık vardı. İlk sette Alcaraz’ın agresif-saldırgan servisleri ve dip çizgiden etkili vuruşları, Djokoviç’in ustaca savunmasını zorladı. Seti 6–4 Alcaraz kazandı; ama Djokoviç’in her geri dönüşü, seyirciye hala dev bir rakibin sahada olduğunu hatırlattı.

 İkinci sette,Djokoviç birkaç kez öne geçti ama Alcaraz’ın hızlı refleksleri ve akıllı oyun planıyla tekrar yakalandı.Son set ise genç kahramanın adeta bir fırtına gibi sahada estiği anlarla doluydu: hızlı sert vuruşlar,agresif voleler ve kort boyunca koşular…Set 6–2 Alcaraz’a gitti ve maç, 3-0’lık net skorla tamamlandı.Zaferin parlak ışığı ile hüzünlü bir veda bir arada yaşandı.Genç kahramanın cesareti,usta rakibin yılların birikimiyle yoğrulmuş oyununa karşı durdu.Shakespeare’nin de dediği gibi : “ Her şeyin bir vakti vardır,doğumun da,vedanın da…”

Djokoviç’in kariyerine bakınca, ne kadar dev bir sporcu olduğunu bir kez daha anlıyoruz.24 Grand Slam şampiyonluğu,388 haftadan fazla dünya 1 numarası unvanı, 5 Olimpiyat madalyası ve tüm kort yüzeylerinde kazandığı zaferler, onu tarihin en büyüklerinden biri haline getiriyor. Üstelik sadece kazandığı turnuvalarla değil; korttaki disiplini, rakiplere ve oyununa gösterdiği saygı hem de geleceğin umutlarına selam niteliğinde… Djokoviç’in yavaş vedası, Alcaraz’ın zaferiyle birleşince ortaya çıkan tablo, insanın içine hem gurur hem huzur bırakıyor.

 Bu maç sadece skor değil; nesillerin birbirine aktardığı bir miras, bir büyü. Kortta her hamle, hem bir sanat eseri hem de bir şiir gibiydi; hem halkın içinde hem de Shakespeare sahnelerinden fırlamışçasına… Ve biz izleyenler… Kortlardan akan her puanda, hem hüzün hem gurur, hem hayranlık hem saygı yaşıyoruz. Spor sadece bir oyun değil; insan ruhunun, azmin ve zamanın hikâyesidir.

Ah, ne büyük kahramanlar… Ve ne büyük oyun… Kortların sonsuzluğunda onların öyküleri, bize insanlığın en güzel yanını hatırlatıyor: Azim, cesaret ve ebedi miras. Bir nesil gider; ama büyük ruhlar, büyük öyküler daima yaşar.

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 

 





6 Eylül 2025 Cumartesi

TEK BİR HİKAYENİN IŞILTISI

 



                                     TEK BİR HİKÂYENİN IŞILTISI

   Okumaya, yaşamaya dair yaşanmış hikâyeyi anlatacağım sizlere. Koca bir ömrün sonunda sadece bir hikâyesi olan kadını… Okuma ve yazması olmayan, hayatı boyunca birkaç şehir ve kasaba ancak gezmiş olan kadın bir gün büyük bir şehre gitmiş.

   Akrabasıyla telefonda sözleştikleri yerde inmesi gerekirken otobüs onu farklı bir durakta indirince o büyük ve ona göre insan kalabalığı için yaşanan kaosun –kargaşa içinde kayboluvermiş…

  Hayatın dehlizlerinde kaybolmamış, kendi yaşamını her daim sevgiyle örmüş bu kadın, koca şehrin içinde kayboluvermiş. Neredeyse akşama kadar en yakınındaki parkta kimi ağlamış, kimi susmuş ve en sonunda akrabasının yerini belki de korkunun hafızayı zorlaması yardımıyla gün sona erdemden eğri-büğrü anlattığı adresi iyice dinleyen bir taksi şoförünün yardımıyla gideceği yere gözleri yaşlar içinde kavuşmuş…

   Bu hikâye O’nun tek hikâyesidir. Bazen bir tesadüf bazen kulak misafiri olarak, kadının sadece bir hikâyesini defalarca anlatmasına şahitlik ettim. Titiz bir dokumacı gibi, ilmek ilmek, bir heykeltıraş gibi yontarak, bir ressam gibi her fırça darbesiyle o günü yeniden ve farklı renkleriyle resmeder.

   Bir tek hikâyesi olan kadın, o hikâyeyi her anlatışında kalbiyle sesi arasında şeffaf bir bağ kurulur ve duygu sağanağı başlar; demet demet…

   Ülke ülke, şehir şehir gezmiş, yüzlerce binlerce kitap okuyup bilgi devşirmiş insanlar var. Bir süre sonra bazıların anlatımları, zihinlerinde biriken tortular yüzünden birbirine karışmaya başlar. O kadar çok görmüş ve öğrenmişlerdir ki kendi anlattıklarını bile beğenmez hale gelirler. Sürekli daha fazlasını arar ve isterler.

   İşte tam da burada anlatacak sadece bir tek hikâyesi olan kadın, bir filiz gibi yükselir maviliğe doğru. Her anlatışında elli yıl önceki kayboluşu tekrar tekrar yaşar. Aynı zamanda dinleyicisine yaşatır. Kendisini birkaç kez üst üste dinlemiş olanlar bile, tekrar ilk heyecanın sabrıyla, merakıyla dinlerler…

   O’nun tek hikâyesi, okyanusları aşmış bilgeliğe bir yerde kafa tutar. Çünkü o hikâye saf bir duygunun, yaşanmış bir anın, yürekten kopup gelen çığlığın yansımasıdır…

  Naipli Âdem Amca da buna benzer bir hikâye anlatmıştı. Yaşamı boyunca çok okumuş, çok dinlemiş ama hiçbir şey yazmamıştı. Kısacası yazma eylemi hiç gerçekleşmemişti. Sonunda yazdığı bir tek şey; kızlarına bir yerde bütün kızlara yazdığı bir tek mektuptur. O mektup ki, bir ömür boyunca okuduğu kitapların yansıması ve en değerli olanıdır; Âdem Amca için…

  Yazı yaşamı tam da burada tütmeye, kıvılcım saçıp kendi kültürel ateşini yakmaya başlar: -Kalpten kalbe uzanan bağların, şefkatlerin özeti gibidir.

   Kısacık bu iki öykü bize neyin anlatıyor? Yüzlerce, binlerce kitap okumak mı, yoksa tek bir hikâyeyi yürekten hissetmek mi? Binlerce sözcük yazmak mı, yoksa kalpten gelen birkaç cümle ile ömrü özetlemek mi? Belki de cevap, nicelikte değil niteliktedir…

   Yaşanmışlıkların derinliği, duyguların samimiyeti ve anlatımın ruhumuzda bıraktığı iz; galiba önemli olan budur…

   Yaşamı boyunca tek bir öyküsü olan ve her fırsatta onu anlatan kadına bir şiir seçsem Nilgün Marmara’dan Herkesin Bir Kaybolmuşluk Hali Var şiirini hediye etmek isterim:

 Herkesin bir kaybolmuşluk hali var

Belki bir sokak arasında, belki bir düş içinde

Biraz çocuksu, biraz masum

Yüreğinde çarpan o büyük çaresizlik

Ve sonra, bir ışık beliriyor ansızın

Bir ses, bir dokunuş, bir iz

Kayboluş bitiyor, varoluş başlıyor yeniden

 Güven SERİN 

 

 

 

  


4 Eylül 2025 Perşembe

AKÇEŞME İNSANLARI

 




             AKÇEŞME İNSANLARI:

KÜLTÜRÜN, MUHABBETİN VE MESAFENİN İNCE HİKÂYESİ

Bir mahallenin ruhunu en çok nerede görürüz? Kimi için bu bir pazaryeridir, kimi için cami havlusu, kimi içinse mahalle kıraathanesi. Süleymanpaşa’nın Akçeşme bölgesi, işte tam da bu ruhu taşıyan bir yer. Trakya’nın kendine özgü samimiyetiyle yoğrulmuş ama Anadolu’nun her köşesinden göç alarak zenginleşmiş bir muhit burası.

 Dün akşam Akçeşme’nin geniş kaldırımlarında yürürken yolum Sabuncu Kıraathanesi’ne düştü. Daha kıraathaneye varmadan Yaşar’a rastladım. Selamlaştık, hal hatır sorduk.”Bir çay içelim,” dediğimde; “Ben gelemem, orada filanca kişiyle konuşmuyorum,” diye yanıtladı. İşte Akçeşme insanının zarafeti burada saklıdır. Kırgınlığını yüksek sesle haykırmaz, kavgasını topluma taşımaz. Sessizce mesafe koyar. Hem kendisini, hem de karşısındakini incitmeden, “zaman” a bırakır her şeyi.

 Kıraathaneye girdiğimde masalarda oyunlar oynanıyor, kahkahalar yükseliyordu. Selamlaştığım herkesin gözünde aynı ışık vardı: Hayata tutunmanın ve umudu diri tutma ışığı. Ahmet’in, Bayram’ın, Erdinç Bey’in, Âdem Bey’in tebessümleri bu semtin gülen yüzü gibiydi.

 Erdal Sabuncu ile sohbete oturunca konu bir anda mahalleye dair dertlere geldi. Sporun gençlere kazandıracağı disiplin, temiz parkların özlemi, sokakların daha düzenli olması gerekliliği… Erdal yalnızca bir esnaf değil. Yaşadığı yere kök salmış, semtin her taşına, her ağacına kendi emeğini koymuş bir gönül insanı. Onun bu çabası, Akçeşme’nin geleceği için bir umut kaynağı.

 Hüseyin’in yan masadan selamı, Kemal’in tiyatro sahnesinden çıkıp gelmiş gibi hayat dolu mizahı… Çaylarımızla birlikte sadece sohbet etmedik, aynı zamanda Akçeşme’nin kültürel mirasını yudumladık. Burada bir bardak çay, sadece içecek değil; bir hikâye, bir paylaşım ve bir gönül köprüsü.

 Akçeşme insanı böyledir işte: Alçakgönüllü, mesafeyi de muhabbeti de ince bir ayarla kurar. Bu yüzden Akçeşme, yalnız bir semt değil, yaşamın, dostluğun, kültürün ve insanlığın kendisidir.

 Akçeşme’ye bir şair uğrarsa ve kalemi eline alıp bir şeyler yazmak isterse acaba ne yazar? O şaire, o yazara hadi diyelim o zaman:

 “Bir caddede, bir sokakta selam yükselir

Bir bardakta muhabbet demlenir

Kırgınlık bile incitmez burada

Çünkü Akçeşme’de gönül yenilenir.”

 Bu konuşmalardan, sohbetten sonra bir çağrı yapalım, şehri önemeysen, kalbinde şehir sevgisi olan yöneticilere: Bütün bu güzelliklerin yanında, Akçeşme’nin ihmal edilmiş yanları da vardır. Burada bulunan Çanakkale Şehitler Anıtı, sadece Süleymanpaşa için değil, tüm ülke için değer taşıyan bir mirastır. Fakat hak ettiği ilgiyi görmemektedir. Bu anıt, bu anıtın etrafında yatan Çanakkale şehitlerinin aziz ruhları, sadece şehir turizmine değil, ülke turizmine kazandırılmalıdır.

 Aynı şekilde Akçeşme’nin yeşil alanları, parları, dinlenme yerleri yetersizdir. Zamanında bu konuda sözler verilmişti; peki neden tutulmaz?

 Akçeşme insanı, muhabbetiyle, kültürüyle, çalışkanlığıyla bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Şimdi sıra idarecilerde: Bu mahalleye verdikleri değeri sadece sözle değil, icraatla göstermeliler.

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 






3 Eylül 2025 Çarşamba

SEBİDE YENGE

 


                              GÜLEN YÜZLÜ DESTAN: SEBİDE YENGE

 Duy Sesimi Paşaköy!

 Sebide Kara’nın vefatının üzerinden birkaç gün geçti. O şakacı, o sanatçı ruhlu insan artık yok. Ama onun ağzından bir destan dinleteceğim size destancı Sibide Yenge’nin yüksek erdemli hatırası için:

 “Duy Sesimi Paşaköy!

Ben Sebide’yim… Bir yüzyıla yaklaşan bir ömrün içinde sizlere destanlar anlattım. Geceler boyu, lambalar ışığında, sarı sayfalar elimde; hem okudum hem yaşadım. Her ağıt bir anıydı, her kahkaha bir dostun yüzüydü.

 Hatırlayın o akşamları…

Fırından yeni çıkmış ekmeği birbirimize uzattığımız,

Bir bebek ağladığında üç evin kapısın açıldığı günleri…

Komşu komşunun külüne muhtaç değil, yüreğine ortaktı o zamanlar.

Her doğuma dua, her ölüme gözyaşıyla koşardık.

Çocuklar, sokaklarda özgürdü; analar kapı önlerinde ağıt gibi otururdu,

Ama ben ağıtları bile şakaya vururdum bazen,

Çünkü gülmek de destandı bizim orada.

Şimdi sustum. Söz sizde evlatlar.

Hatırlayın. Anlatın.

Ben göçtüm ama sesim kalır bu rüzgârda…

Sarı sayfalarda değil artık, sizin hatıralarınızda yaşarım.”

 Bazı isimler bir evin değil, bir mahallenin dili olur. Bazı yüzler yalnız hatıralarda değil, bir çağın ruhunda yaşar. İşte onlardan biri, bizim mahallemizin destan anlatıcısıydı: Sebide Yenge.

 Geçtiğimiz günlerde, çocukluğumun tanığı, komşuluğun ta kendisi olan Sebide Yenge’nin öldüğünü, arkadaşım Şerif Bilir’in sesiyle duydum. Sesi hüzünle titredi.

“Sebide Abla’yı gömdük... Oradan geliyorum.”

 O an, zamanın göğsünde bir çentik daha açıldı. Hafızam, rüzgârla savrulan bir yaprak gibi dönüp dolaştı ve usulca Sebide Yenge’nin anılarına kondu.

 Sebide Yenge sadece bir komşu değildi. O,bir anlatıcıydı. Bir hafızaydı. Bir halk şairinin, dilden dile dolanan sesiydi adeta.

 Sarı sayfalara yazılmış destanları öyle bir okurdu ki… Dinlerken, yazanı unutur, anlatana tutulurduk. O kadar içli, o kadar sanki yaşamışçasına… Bir kahraman ağlarsa, gözleri dolardı. Bir yiğit düşerse, sesi titrerdi. Ama sonra birden kahkahayla gülerdi, öyle bir şaka patlatırdı ki, ölüm bile gelip geçerdi yanından.

 Sebide Yenge’nin olduğu yıllarda, komşuluk akrabalıktan daha yakın bir şeydi. Bir kapı çaldığında önce kulak değil, kalp dinlerdi sesi. Bir bebek ağladığında sadece annesi değil, komşusu da uyanırdı. Fırından çıkan ekmek dilimlenmeden önce komşunun payı ayrılırdı.

Hastalıkta “geçmiş olsun” sadece bir söz değil, bir tabak çorba, bir dert ortağıydı. Düğünler mahalleyle kurulur, cenazeler mahalleyle kaldırılırdı.

 İşte bu kültürün canlı arşiviydi Sebide Yenge. Sadece olayları değil, duyguları da anlatırdı. Sesiyle, mimikleriyle, yeri geldi mi omzunu silkim bir de türküyle…

 Bugün şehirlerde çok şey var: Geniş yollar, yüksek binalar, koca marketler… Ama Sebide Yenge gibi komşular yok artık. Kapılar kitli, gözler perdede, selamlar ekranlarda… Birbirini tanımayan apartmanlar, her akşam sessizliğe gömülüyor.

 Oysa bir zamanlar sessizlik, sadece Sebide Yenge sustuğunda olurdu. Onun sustuğu bu yenidünyada, bir çocuklukta sessizliğe gömüldü.

 Sebide Yenge sadece gömülmedi. O,yaşadığı o mahalleye, o geçmişe, o kültüre dair hep hatırlanacak. Çünkü bazı insanlar giderken bir şeyler bırakır: Bir şaka… Bir türkü… Bir ekmek kokusu… Ya da unutulmaz bir ses tonuyla bir destan… Ve bu insanlar unutulmaz…

Güven SERİN