19 Nisan 2024 Cuma

YİĞİT KEÇİ YAVRUSU

 

İNTERNET

                                        YİĞİT KEÇİ YAVRUSU

  Toplumcu aydınların, insancıl duygularını yitirmeyenlerin yaşadıkları anılar; dünya edebiyatı, edebi yaşam için çok değerlidir. Örneğin Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun Anıların İzinde olan eseri; sanıyorum herkesin kütüphanesinde olması gerekenlerden…

  Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun 1939 yılında üniversite öğrencileriyle birlikte kafile başkanı olarak yapmış olduğu Avrupa yolculuğu; gördükleri, dokundukları ve kayıt altına aldıkları anılar çok farklı toplumsal, tarihsel ve kültürel değere öneme sahipler.

  Ülke ülke ziyaretlerini yaparlarken sıra Almanya ve orada da hayvanat bahçesini ziyarete gelmiş. Kafile olarak yılanların olduğu bölüme gelmişler. Piton yılanının beslenme saatine şahitlik etmişler. Yılanlar beslenmelerini canlı avlarla, hayvanlarla yaptıklarından dolayı o gün piton yılanının beslenmesi için küçük keçi yavrusu yılanın bulunduğu kafese bırakılmış.

   Tüm kafile bu canlı ve ibretsel beslenme olayına şahitlik etmiş. Büyük ve güçlü piton yılanı küçük keçi yavrusunu yemek için her hamlesine keçi yavrusu da kaçarak, zıplayarak karşılık vermiş. Aradan neredeyse yarım saat geçmiş. Küçük keçi yavrusu ölümcül piton yılanının sarılmasına izin vermeyince orada bu olayı izleyen görevliler, kapıyı açıp keçi yavrusunu dışarı çıkarmışlar.

   Keçi yavrusunu dev yılanın bulunduğu kafesten almalarının sebebi ise “Bu keçi yavrusu yaşamayı hak ediyor, ölmeyi değil.” Diyerek, orada bulunanlar, ders niteliğindeki yaşamla ölüm arasındaki bu mücadelenin başrol oyuncusu küçük keçi yavrusuna; “Yiğit keçi yavrusu” diyerek onun yaşama hakkını, şansını yürekleriyle alkışlamışlar…

   Söz sözü acar ya, anı da anıların en kuytu köşelerde saklananların bile kapılarını aralar. Küçüklüğümüzde Süleyman Amcam ve Ahmet Amcalarda da koyun keçi sürüleri vardı. Çocukları mutlu etmeyi sevdikleri için özellikle ikiz doğuran ana keçinin bir yavrusunu gönüllü çocuklara hediye ederlerdi. Biz de çocuk masumiyeti içinde evlerimizde, o zamanlar bol bulunan sütler ile günde üç kez beslediğimiz keçi veya koyun yavruları çok çabuk büyürlerdi.

  Bütün bunlar cılız insan davranışlarıdır. İnsanın insanlık yolculuğu içindeki davasında, insanın insanı yediğini düşünürsek, halen hayvanları yeme birinci derecede protein ihtiyacını karşılama, tat ve tuz olmazsa olmazları içinde kabul ediliyor.

  Fakat insan bir hayvanı besler, onunla bağ kurar, ona isim de verirse, artık aileden birisi olduğu için onu kıyamaz, bir yerde cılız insan yüceliği içinde korur ve kollar…

  Almanya’da hayvanat bahçesindeki dev piton yılanının elinden kurtulan keçi yavrusu ise yaşamı kendi cesur iradesiyle kazandığı gün gibi ortada…

    Mücadele etmenin, pes etmeyerek çareler üretmenin dersleri çok fazla; binlerce, milyonlarca olduğu halde, herkes ders almak, yeni bir şey öğrenmek yerine,”Ders vermek-Had bildirmek” ile meşgul olduğumuz için; harika anıları, öyküleri, romanları, filmleri, tiyatroları; insandan insana akacak olan yaşam iksirlerini görmeden körlük içinde çekip gidiyoruz bu eşsiz gezegenden…

 Güven SERİN 

 

 

  


16 Nisan 2024 Salı

FİLİZ SABUNCU ANISINA

 

Kamera; Güven 



     

                FİLİZ SABUNCU KUTLUYORUM SİZİ

                ( Filiz Sabuncu Anısına )

  Bu çalışmayı hazırlarken bilgisayarımda Gabriel Faure’nin meşhur bestesi Elegie Opus 24 ses veriyordu. O sese sarılırken başka şeyler düşünüyordum. İkinci Dünya Savaşını… Leningrad Kuşatmasını… 2,5 yıla yayılan kuşatma da, açlık ve soğuktan ölen 1,5 milyon insanı…

 O kuşatmayı. Savaşın ölümcül kâbuslarını yarmaya çalışıp, hayatta kalanlara destek olmaya çalışan ünlü besteci Dimitri Şostakoviç ile küçük kızın küçük hassas parmaklarını yanında bulunan zarif çello düetini düşünerek dinledim. Bu beste, kâbusa dönmüş ve 4 milyonluk şehirde 700 bin insan kalmasına rağmen ünlü besteci Dimitri Şostakoviç’in şehri terk etmemesi, ruhumda uyandırdığı o büyük hayranlıkla bütünleşiyor; bu sanatsal gerçeği kaleme alışım…

  Ressam, şair Filiz Sabuncu’nun sergisini gezdikten sonra bedenimle birlikte ruhuma damlayan sanatsal yağmuru dinledim. Güzel Sanatların, müziğin, şiirin tükenmekte olan insan ve insanlık için ne büyük var oluş merhemi, iteneği olduğunu biliyorum.

  Savaşlardan, kargaşalardan geriye kalan en güzel şeylerden birisi de, Dimitri Şostakoviç gibi bestecilerin evrene ait insan ruhu ile bir olmuş marifetin, ustalığın, sezgilerin ortaya çıkışı, bir esere dönüşü. Leningrad Senfonisi (7. Senfoni)  de böyle ortaya çıktı. Mutluluğu, güveni, dayanmayı, ümitleri var etmek, onların asla tam olarak tükenmediğini, tükenemeyeceğini kendi zamanından diğer zamanlara armağan etti…

 Filiz Sabuncunun zarif karşılamasıyla ilk adımımı attığım Kültür Merkezi ve oraya yayılan sanatın senfonisi burada farklı bir şeyler olduğunu düşünmeme, duyarlılığımı arttırmama neden oldu.

 Akordeon da bir erkek, keman da genç bir kız; sanatçıya destek olmak için şöleni kendilerince ses tonlarıyla renklendiriyorlar. Sanatçının seçkin misafirleri sanat olaylarına oldukça yatkın insanlar. Kimisi Bodrum’dan, Kimisi İstanbul ve bazıları da Tekirdağ’dan katılmışlar. Genç kızlar sansal törene en içten katkı vermek amaçlı gülümseyerek içecek servisi yapıyorlar. Masaların üzeri çeşitli tatlarda yiyeceklerle dolu olduğu halde, sanata susamış insanların tokluğu başroldeydi.

  Keman ve akordeon sanat olayına ciddi bir neşe katarken, sanatçı Filiz Sabuncu etrafını çevirmiş, dostları, arkadaşlarıyla ilk önce gözleriyle, sonra elleriyle, bedeniyle kucaklaşıyor. Duygular neşeden ötürü… Duygulanmalar sanattan ötürü…

  Sanatçı Filiz Sabuncu şehrimize geleli üç yıl olmuş. Ne büyük onur; bizim şehrimizi tercih etmesi… Şehirler insanların-insanlığın dikkatini çekecek, tercih edilecek hale geldikçe, kentleşmenin niteliği de artar. Şehirler, her türlü insanı ağırlar. Hür türlü insan şehirlere anlam, onur katar. Bir de sanatçıları; ressamları, şairleri, yazarları, heykeltıraşlarıyla anılırsa o şehirler tüm dünya ya anlam, onur yükler…

 Sanatçımız 1957 yılından bu yana yani koca bir ömür; 58 yıla yayılan sanat yaşamında birçok sergiye katkı vermiş, eser sunmuş. Bunlardan bazıları Bandırma Kültür Merkezi (üç kez) Sandoz Sanat Galerisi, Vakıfbank, Taksim Sanat Galerisi, Star Mar Görüntüleme Merkezi, Hafize Ortaç Sanat Galerisi. Bu mekânlarda tıpkı Tekirdağ da olduğu gibi, gelenlere “merhaba, hoş geldiniz” sanatçı ve sanat sıcaklığını üst kimliğe geçmiş, evrenin neşesine sahip olmuş bir canlı sunumuyla yapmış.

 Genç kızın keman sesi, erkeğin akordeonu ahşap sanat mekânında en ölçülü ve ahengiyle çalmaya devam ederken, sanatçının, sanatsever dostlarının muhteşem kibarlığı, o küçük yeri devasa bir salona çevirmişçesine eserlerin arasına karıştım. 

 Sanatçının ruhundan ellerine süzülen iki sürpriz bekliyordu sanatseverleri. Resim sanatıyla birlikte şiir sanatını da bir araya getirmiş; her resminin altında o resmine ithaf yaptığı bir şiiri…

  Küçük bir fener sallanıyor asılı durduğu yerde. Sanatçının pembe, mavi, yeşil, gri, beyaz renklerden oluşan bu eseri; daha kırk yıl önce her eve lazım olan küçük bir fenerdi. Bugün oldukça güzel bir aksesuar olarak kabul edilen bu küçük fenerin altında ki şiir dizeleri ise şöyleydi;

“güneyden esen rüzgârda/ dönerek sallanırsın / yalnızlığın dayanılmaz acısını / bensizliğin burukluğunu / rüzgâra mı anlatırsın? “

 Sanat böyle bir şey! Bağırmaz, çağırmaz, vurmaz, kırmaz! Öldürmez, öleni var etme çareleri arar. Onarır, yapıştırır, renkler içinde renk, sesler içinde ses doğurur. Sanatçının Martıları işleyen eseri, iki katlı taş evi ve ağaçlar arasında, sonsuzu anlatan ışığın içinde çizdiği insan siluet çok şeyi anlatıyor… Yalnızlığa, özleme, sonsuza dair çok şeyi…

  2015 yılında tanıştığım ve bu çalışmaya kaleme aldığım sanatçı Filiz Sabuncu, duydum ki göç etmiş 2024 yılı, Nisan ayı içerisinde: -Sonsuzluğun sonlu başka gezegenlerine doğru…

     Huzur ve rahmet içinde, hoşlukla gitsin sanatın olduğu her evrene…

2 HAZİRAN 2015

16 NİSAN 2024

 Güven SERİN 

 






9 Nisan 2024 Salı

BAYRAM TADINDA ANILAR

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                                                BAYRAM TADINDA ANILAR

  ( Manyas Kuş Cenneti )

  Ölmemiş, öldürülmemiş hayatın her anına ait; kültüre, sanata, büyülü bir masala dönüşmüş anıların hepsi; taptaze yaşamın “Ta kendisi” dir…

    Bilirsiniz, ölmüşse bir canlı, çürümeye ve kokmaya başlar. Anılar da bir canlıya aitse, ölmüşler, hatta öldürülmüşlerse; korkunç kokularla, geleni geçeni, duranı, yaklaşanı kaçırmaya yeterler.

   Erdek’de kaldığımız bir yaz günüydü. Gittiğimiz her yerde olduğu gibi “Çevreyi tanıma” düşünce, felsefesi ve kültürü içinde tamamen amatör bir heyecanla bir gün önce çıkmış olduğum Erdek kırlarındaki bahçeler, tepeleri yürüyerek gezmiştim. Bir gün sonra Bandırma yollarında minibüsün içinde yol alıyordum.

  Böyle zamanlarda yepyeni bir ülkeye, öyküye geldiğimi biliyorum. En yakınınızdaki sırt çantası şahitlik eder, ne büyük heyecan içinde olduğunuza. Bir su şişesi, birkaç not kâğıdı, kitap kalem, kolonya, birkaç paket mendil; hepsi etrafa yayılan coşkunun şahididir…

  Minibüs kıvrılarak ilerlerdi yarımadanın dar ve tenha yollarından.15–20 dakika sonra Bandırma’ya geldim. Burası, zamanın içerisine gizlenmiş, zeytin ağaçlarıyla birlikte tüm zamanlara ait bir yerleşim yerimiz. İlk kez adım attığım her yerde, ancak bazı hayvanların hissedeceği alçak frekanslı sesleri işitir gibi işittim “Hoş geldin, sefa getirdin” diyen Bandırma’yı…

    Köy ve kasabalara giden minibüslerin Manyas Kuş Cenneti Milli Parkı yakınlarından geçecek olanın, hangisi olduğunu sorup soruşturduktan sonra, saatte bir kalkan bir minibüse bindim. Sanki minibüse binen insanların üstleri başları zeytin kokuyordu. Yaklaşık 18 km sonunda, inmem gereken yerde ineceğimi haber veren şoföre, yol arkadaşlarıma teşekkür ettikten sonra yol ayrımında indim. Manyas Kuş Cenneti’ne yürüyeceğim mesafe 3–4 km ya vardı ya yoktu.

  Minibüsten iner inmez orada sanki alacağı yolcusunu bekleyen motosikletli 56 yaşında yöre insanlarından bir adam:

-        Hoş geldin, deyince, Hoş bulduk dedikten sonra:

-        Nereye gidiyorsun? Sorusuna: -Kuş Cenneti, Milli Parka, diyerek cevabımı verdikten sonra:

—Atla arkama, diyerek çalışır vaziyette bulunan motosikleti hareket ettirdi. İnanılacak gibi değil. Sıcak bir yaz günü, üfür üfür bir yolculuk başladı. Yöre insanlarından, iki kızı olan birisi ve konuşmayı çok seviyor. Dört beş dakikalık yolculukta bir yaşamı özetler gibi, aklına gelen her şeyden söz etti. İstersem, beni dönüşte de yol ayrımına bırakabileceğini söylese de; teşekkür ettikten sonra ayrıldım. Manyas Kuş Cenneti ana giriş kapısında indim. Kuşların büyük çoğunluğu yumurta üzerinde, kuluçkada alması sebebiyle, serin ağaçların olduğu patikalardan yürüdüm. Sağ solu, etrafı gezdikten sonra Kuş Cenneti Müzesi içinde de vakit geçirip, yöreye ait kuşları, kuş fotoğraflarını, hikâyelerini izleyip okudum.

   Dönüş yolunu, ana yola yürüyerek gitmek zorunda olduğum için; sakin, sessiz şose yolda yürümeye başladım.

   Ara sıra geçen araçlardan başka, zaman zaman duyulan kuş sesleriyle, sıcakta olgunlaşan yaz meyveleriyle dopdolu bir serüven…

  Milli Park ile gideceğim ana yol üzerinde ve tam da ortalarda bir yerde Kuş Cenneti Mahallesi-Köyü bulunuyordu. Köyün kuzey tarafından geçerken aynı zamanda avlulara, tarla kenarlarına ekilmiş, büyük çoğunluğu terk edilmiş bir sürü meyve ağaçları vardı. Bamya, nohut tarlaları, armut, erik, dut ağaçları zamanın tozlarına yenik düşmemişler, onlara ait görevlerini eksiksiz yapmışlardı. Üzerleri meyvelerle doluydu. Birer ikişer tattıktan sonra Kuş Cenneti Mahalle sınırlarından çıkmak üzereyken, beni gören beş çocuk ve içlerinden en büyük olanı, arkadaşlarına yüksek sesle:

—Turisti görüyor musunuz; bakın şimdi onunla konuşacağım! Diyerek, Ramazan Bayramı nedeniyle çıkmış oldukları komşu, akraba ziyaretlerine bir de turistle konuşma heyecanı katmak istediler. Beni yabancı sanmaları için görüntüm yetmişti onlara. Başımdaki bez yazlık şapka, sırt çantam, tıpkı zaman zaman gördükleri yabancı turistler gibiydi. Çocuklardan en büyük olan (12-13 yaşları) :

—Hello, deyince

—Hello diyerek cevap verdikten sonra: -How are you, demesiyle birlikte, ben de: -Thank you, diye devam eden birkaç küçük sözcük…

   Çocukların ve benle birkaç İngilizce sözcük konuşan çocuk, gerçekten de bayram harçlıklarını almış gibi; yüzleri, mahcubiyetten değil, sevgiden, neşeden, bayram coşkusundan dolayı kızarmıştı.

   Bir yenelikti, her gün aynı yüzleri gören ve aynı sözcükleri tekrarlayan çocuklar için. İkimizin de konuşacağı çok sözcük, yeterince İngilizce bilgisi olmadığı için, çocukların bayram neşesi devam etsin diye vaziyeti idare ettim.

Goodbye… Dedikten sonra küçük masum elinden sıktım. Yanımdan ayrılan çocukların en büyüğü, benle, yani yabancı turistle konuştuğunu sanan ve o turist tarafından gülümsemeyle eli sıkılan çocuk:

—Gördünüz mü turistle nasıl konuştum, derken, belki de anılarında hep diri kalacak bir heyecan, bir esinti olarak, onun edebi, sosyal ve kültürel dünyaları daha da merak etmesine yetecek ve artacak bir bayram hediyesiydi onun için…

  Bayramınızı kutluyor, bayram tadında anılarınızı her an yaşamın içinde taptaze tutmanız ve yeni anılarla bayram neşeleri, heyecanları yaşama dileklerimle…

 Güven SERİN 

 

 





5 Nisan 2024 Cuma

AŞİYAN BENİM DEĞİL,YÜREKLİ GENÇLİĞİNDİR

 



İNTERNET

                       AŞİYAN BENİM DEĞİL, YÜREKLİ GENÇLİĞİNDİR

 ( Karabaskı Yönetimi )

  Tevfik Fikret gibi sanatçılar, öncü aydınlar her ülkede ne yazık ki çok az bulunuyor! Gerçek ve doğru bulduğu yoldan gerekirse tek başına giden bir aydın; şair, yazar, öğretmen ve bir filozof…

   Emperyalizmin kuşattığı, sonuna kadar kanlarını emdiği Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminin son tanıklarından birisidir Tevfik Fikret. Ve o döneme; “ Karabaskı Dönemi “ diyen de, haykıran da kendisidir…

   Fikret, son yıllarını üç şeye savaş açarak geçirmiştir. Dini alanda yobazlığa, siyasi alanda istibdada, ahlaka alanda ise namussuzluğa… İnanmadığı bir yönetime, çok sevdiği işinden, Galatasaray Müdürlüğünden ayrılarak kendi protestosunu başlatacaktır.

   Edebiyat aşkı, doğru-hak bulduğu yolda, yalnız başına gitme serüveni Aşiyan’da çizimlerini kendisinin yaptığı evde, yaşamının sonuna kadar devam edecektir. Aşiyan’da yapmış olduğu ev, onun için tam manasıyla yuva anlamına geliyordu. Bir sığınma yeri olmanın ötesinde kendisinin de ifade ettiği gibi;

 “ Aşiyan benim değil. Gerçek namına çalışacak, temiz cesur gençliğindir. Her baskıya, zorba anlayışa karşı duracak, düşünce adına çalışacak gençlerindir. Ben onların sabalarını yakıyorum. Çaylarını getiriyorum. Onlara baktıkça seviniyorum.”

   Fikret, dönemin yöneticileri için öyle büyük hatalar yaptılar ki, öyle çürümüş hale geldiler ki ancak bizlerin bir araya gelip ses çıkarmayışımızdan kuvvet buluyorlar, fikrini ısrarla savunuyor, anlatıyor, eserlerine aktarıyordu.

   Nereden bakarsanız bakın, çok büyük ve çok samimi bir araştırma yapın, iyi ve namuslu insanların çoğunlukta olduğunu göreceksiniz. Ama nasıl oluyorsa hep küçük azınlıkların büyük payı aldığı, dünyayı bile küçük azınlıkların kendi çıkarları için kullandığını göreceğiz. Ama niçin? Neden değişmez bu korkunç adaletsizlik?

   Fikret’in dediği gibi olmasın sakın: -Büyük çoğunluğun sessiz kalışından dolayı cesaret alıp, korkularını bu cesaretle yamamış, kokuşmuş yönetimlerini büyük çoğunluğun korkularıyla örtmüş olabilirler mi?

   Düşünce sanatı muhteşem bir zenginliktir.İyiyi ve kötüyü ayırmanın yanında,ölümcül kin ve nefreti de yok eder.Aklın büyük disipliniyle düşünür ve sorgular.Doğru,gerçekçi sorular,çok net cevaplar ve izlenecek yıl haritalarını da kendiliğinden gün yüzüne çıkartır…

  Fikret sonuna kadar; “ Onları bizim korkumuz yaşatıyor. Biz, biraz kendimizi gösterelim, bak nasıl sinerler, yumuşarlar!” Her yanlış, her çürümüş olay, öykü, yönetim için böyle değil midir?

   Evde, işyerinde, mahallede, her yerde; despot hale gelmiş birinin; ister evlat, ister eş, ister akraba; büyük çoğunluk ona ses çıkarmamaya başladıysa; bilin ki, tanınmaz bir hale, korkunç yanlışlara doğru dönüşüm geçirecek, her yaptığının doğru, her saldırısının adaletli olduğunu düşünecektir…

   Tevfik Fikret, ne kadar konuşulsa, anlamaya çalışılsa bitmez; bir okyanus gibidir; üzerinde sınırsız adacıklar, sularında ise eşsiz düşünceler gizlidir. Bir şiiriyle tekrar analım en sevdiği okulundan koparılmış, küstürülmüş sanatçıyı;

“Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat.

  Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim.

  Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;

  Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”

 Güven SERİN 


 

 

                                       


 


4 Nisan 2024 Perşembe

UYKUSUZ BİR RÜZGAR GÜLÜYÜM

 

Kamera; Güven Eski Tekirdağ Mezarlığı


Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                                       UYKUSUZ BİR RÜZGÂRGÜLÜYÜM

( Dr.Nevres Oktar )

   Tekirdağ’da yıllarca doktorluk yapmış, insan denen canlının sadece masallarda bulabileceği; iyilik, yardım yollarını, mesleğine duymuş olduğu derin saygı ve sevginin ötesinde bir yaşam sürmüş. Yaşadığı topluma adanmış ve ibadeti insana, yaşarken yaşatma becerileriyle Tekirdağ insanlarının kalplerinde iz bırakmış bir doktorun belki de son şiiri; ölümüyle birlikte Tekirdağ Eski Şehir Mezarlık içerisinde, koyu gölgelerin ve yakından geçen gürültülü bir yolun kenarcığında, kendi şiirini okuyor ve okutuyor…

   1931 yılı sonbahar mevsiminde doğan, bir kış günü, serin rüzgârların dünyayı üflediği bir zamanda dünyevi yaşamdan ayrılıp şiiriyle birlikte Tekirdağ Eski Şehir Mezarlığı kendine mekân eyleyen iyiliğin sembolü bir doktorun öyküsü…

  Dr.Nevres Oktar’ı onun hastası olanlardan dinlemek lazım gelir. Babasını, annesini ve kendisini onun mesleki bilgilerine teslim edenlerin söz birliği; “ Çok iyi doktordu. Yardımseverdi… Komşularının çoğundan ücret bile almak istemez, çoğundan almazdı…”

 Başka?

—Neredeyse 24 saat hastaları için yaşardı. Bun söyleyen Nusratfakılı Adnan Bey, Dr.Nevres Oktar ile yaşadığı anılardan sadece birisini aktarıyor:

 —Belki elli yıl önceydi. Köyde ateşim kırk derecenin üzerine çıkmış, ölümle pençeleşiyor, Tekirdağ merkezine gidecek halim yoktu. Şehir merkezine yollayacağımız herhangi bir araç da bulamadık. Aklımıza kamyon geldi. Gece yarısı kamyonu Tekirdağ’a yolladık. Durum Dr.Nevres Oktar’a aktarılınca aceleyle, üstelik de keyifli bir zamanda, yemek ve alkolün çakırkeyif halleri içinde olmasına rağmen kamyona binip köye geldi. Ateşimi kontrol ettikten sonra etrafa toplanmış insanlara yüksek sesle bağırarak açın burasını. Derhal, bir reçete yazdı. Hemen alınması için kamyon tekrar şehir merkezine yollandı. Doktorun tavsiyesi olan iğnelerden birisini vurunca tesiri birkaç saat içinde kendini gösterdi ve kurtuldum…

  Bir başka Nevres Oktar komşusu, Ekrem Akşit ile konuşuyorum. Dr.Nevres Oktar’ın rüzgârlara, gün ve gecelere açık, yıldızlar altında fısıldayan şiiri, mezar taşındaki dizelerden söz edince hemen:

—Çok değerli bir doktordu. Komşuyduk ona. Özellikle komşularından para bile almak istemez, almazdı da. Gece gündüz görevinin başındaydı; hatta mesleğine âşıktı, diyebiliriz…

  Bunların gibi daha onlarca, yüzlerce Dr.Nevres Oktar anısı, şehrin anı depolarına kilitlenmiş halde. Ancak edebi düşlerin peşinde koşanlar bu anıları yeryüzüne davet ederler ve etmelidirler. İbadet sadece şeklen veya filanca mekânı ve yardımı ben yaptırdım, diyerek olamaz... İbadet, şehirlere, ilçelere ve köylere iyiliğin, sevginin, yardımlaşmanın anılarını, izlerini bırakan insanları da yazı sanatıyla insanlığa miras bırakmak olduğuna inanıyorum.

   Dr.Nevres’in Eski Şehir Mezarlığı içinde bulunan son ikametgâhı olan mezar taşın başına birkaç kez geldim. Belki de ölümünden kısa bir önce yazdığı son şiiriydi ve oradan geçenler, tesadüfen gelenler için yepyeni bir yardım, tıbbı bir hatırlatma, gerçeklerin en güzel tarafını, edebi dille anlatmak istedi;

 “ Uykusuz bir rüzgârgülüyüm

   Rüzgâr gülüşlü…

   Rüzgârlarım yok olmadıkça…

   Beni bulamayacaksınız: Ölü.”

  Dört dize belki de bir ömrün anlatımı, sadece iyilik alıp, iyilikseverleri anlatanlara ayrı bir çağrıdır; “Hadi; sen de, siz de; biraz uykularınızı terk edip, rüzgârla birlikte; dokunun zamanın 4,5 milyar yaşındaki boşluğuna ve söyleyin sizi anımsatacak şarkınızı, rüzgârlarla birlikte…”

 Güven SERİN 


 

 






3 Nisan 2024 Çarşamba

BERGAMALI KADINLAR KAZANDI

 

İNTERNET

İNTERNET

                                    BERGAMALI KADINLAR KAZANDI

 ( Ağlayan Çayır )

   Şimdilik… İzmir Bergama ilçesi Agrobay Seracılık çalışanlarından 46 kadın, Tarım Sendikası, Tarım-Sen’e üye oldukları için, kod 46 ile işlerinden çıkartılmış ve mücadeleleri 2023 yılının Ağustos ayında başlamıştı.

  Aylarca seslerini duyurmak adına, 46 kadın,46 bin kez kendilerini anlatmak için çalmadıkları kapı, gösteri yapmadıkları meydan bırakmadılar. Ele ele ve gönül gönle inanmanın inancı, yüreklere su serpecek kadar samimi, sevdalı ve bir o kadar da ders vericiydiler…

  Kadınların, milyonarca yıllık geçmişlerinden gelen bu sezgiler olmasaydı, bugün kocaman adamların övündükleri aile yaşamı denen şey çoktan tükenirdi…

Onlar, bir kadının sekiz çocuk büyüttüğü, seksen hayvanı beslediği zamanların içinde, ellerinde oraklarla sarı başaklar biçip, beyaz unları öğütüp; zamanlar içinden süzülüp de gelen kadınlarımızdır…

  Kaz Dağları yeşilliklerinden uzaklaşıp, altın arayıcılarının siyanürle buluştuğunda da, Karadeniz’in berrak derelerinin dağlardan inerken önlerini kesen HES projelerine karşı duran kadınlarla aynı yüreği taşıyorlar. Tek istedikleri yaşadıkları toprakların, doğal hayatın, onlardan sonra da aynı doğallığı sürdürebilmesi…

  Aklıselim hangi insan veya medeniyet doğa ile kavga vermeye başladıysa kaybetmeye mahkûm olmuştur. Dereleri, ırmakları, dağları, ormanları zehirlenen medeniyetlerin çocukları da zehirlenecek ve buldukları ilk fırsatta ülkelerinden çok uzaklara göç edeceklerdir; gelmemek, dönmemek üzere…

  Yunan sinemasının dünyaya açılan, evreni kucaklayan yönetmeni Theo Angelopoulos, Ağlayan Çayır filmiyle Balkanlarda, Trakya ve Anadolu’da yaşanan göçlerin, mülteci olmanın ne demek olduğunu da kayıt altına almayı başarmıştır.

   Mültecilerin sesini, o uçsuz bucaksız suskun dramlarını ancak keman, klarnet ve akordeon anlattığını düşündüğü için, Eleni Karaindru’nun müzikleriyle mültecilerin yaralarını sarmaya çalışmıştır. Eleni, yetim büyüyen ve öyküsüyle Truvalı Elen’e kadar uzanan bir yolculuğun kadın figürüdür. Diğer kadınlarımızın da eksik kalan öykülerinin devamı gibi; sevdası için kaçar, evlatları için dupduru, çok saf bir sevgi, özlem besler…

  Bergamalı Kadınlar çalıştıkları Agrobay Seracılık işletmesinde sendikaya üye oldukları için atılmaları yetmiyormuş gibi, kod 46 denen yüz kızartan, ellerinden bütün haklarının alındıkları kanun maddesine arkalarına alan yöneticiler tarafından işten atıldılar.

  Emekleri, işleri, aşları bir yana, onurları için de el ele, yürek yüreğe vermenin bir duruşu yaşandıysa, ülkemizde yaşanan ekonomik, siyasi kargaşa ve güçlüklerin yanında kaidesi üzerine oturmuş bir eser gibi, en değerli kadın mücadelelerinden birisine şahitlik ettik.

  İnandılar ve şimdilik haklarının bir bölümünü kazandılar. Ağlayan Çayır, vatan diye bildikleri yerlerden savrulan ve sığındıkları yerlerde de horlanan insanların tarihsel acılarıyla baş etme biçimlerinden birisinin de, müzik ve dans ile olacağının da bir kanıtı gibidir…

    Saksafon, karanlık ve çamurlu bir sokağa koşan bir adamın, sadece karanlığa değil, onu duyacak olan umutları sona ermemiş insanlara bir umut aşılamak ister. Saksafonun sesi karanlığı, çamurlu sokağı ve karanlığa sığınmış bütün kulaklara, sendika dansının yapılacağı yeri, zamanı bildirir.

    Orada da istenen şey, çalışanın, işçinin haklarından başka bir şey değildir. Moral ve dayanak ise; saksafon, keman, klarnet, darbuka ve akordeon viran yapının büyük salonuna güneş gibi dolar.

   Sahnede kadınlar ve erkekler dans etmeye başlar. Umutsuzlukların, göçlerin, göçebeliğin, işçi sınıfının büyük sıkıntılar-çaresizlikler içinde kaldığı zamanda bile, müzik ile dans başrolde…

  Mustafa Kemal Sofya’ya görevli olarak gittiğinde etkilendiği birçok şeyin başında kadın ve erkeklerin dansları ve orada gitmiş olduğu operadır.

   Bergamalı kadınların da operası var; zeytinliklerde, dağlarda, vadilerde, ovalarda hep birlikte söyledikleri türküler; kendi figürlerini, danslarını ne güzel söylüyor ve anlatıyorlar;

“ Bergama’nın pazarı/Ninay da ninay nom/Kendim okur kendim yazarım/Ninay da ninay nom/Benden başka yar seversen, ateş olsun mezarın/Nanay da ninay nay nom…”  

  Burada Bergamalı kadınlarımızı andık, hatırladık ve onlara olan saygımızı, sevgimizi anlattık. Ya 31 Mart seçimleriyle yerel yönetimlerde sesini, soluğunu, felsefesini duyuran, göreve gelen kadınlarımız? Onlar, daha çoğalmak, kadınlarımızın da başarılı yerel yönetici olabileceğinin kanıtını, karşılığını tüm ülke kadınlarımızın da acılarına, çağrılarına kulak verip çare bulacaklarına inanıyorum. Bu zamanı, dönüşüm, yenilenme; halk devrimi olarak kabul ediyorum…

 Güven SERİN 





27 Mart 2024 Çarşamba

TEKİRDAĞ KAŞIKÇI'DAN DA YILDIZLAR ÇIKAR: CEMİL YILDIZ

 


İnternet



                                      KAŞIKÇI’DAN DA YILDIZLAR ÇIKAR

 ( Cemil YILDIZ )

  Köylerin, kasabaların, kentlerin ve ülkelerin saygınlığı, gelecek kuşaklara taşıyacakları öyküler, başarılar; içlerinden çıkarttıkları bilim insanları, sanatçılar, edebiyatçılar ve iş insanlarıyla ötelere; çok ötelere taşınır…

    Yok, olmuş, yok oluşa seyirci kalınmış köylerimizin insanlarının mücadelesi destansıdır… Örneğin, kentte yaşayan, şımarma kültürü içinde daralan bir kültüre sıkışmış genç bir insana “ Kara kış nedir?” diye sorsanız, onun için hiçbir şey ifade etmez. Köy yaşamını çok iyi bilen, aynı tastan çorba ve su içmiş insanlara;

“ Kara kış nedir?” deseniz:

 —Zorlukları aşmak, zorlukları yaşamak ve yaşama tutunmak-sözlerinin özleriyle karşılaşırsınız.

    1939 Kaşıkçı Tekirdağ doğumlu Cemil Yıldız tam da kara kış olarak bilinen yılların çocuğudur. Söylediği gibi, öksüz büyümüş, ilkokula epey geç başlamıştır.

   Belki de Cumhuriyet’in eğitim reformu ve coşkusu içerisinde Köy Enstitülerinden sonra başlatmış olduğu dönüşüm için Endüstri Meslek, Sanat ve Teknik Liseleri en öneli okullarımız içindeydiler. Liseyi bitirir bitirmez iş yaşamına yönelme, hatta kendi işini kurabilme kabiliyetini, bir yerde düşlerini gerçekleştirme şansını Sanat-Endüstri Meslek Liseleri verecek deneyime sahip öğrencileri yetiştirdiler.

  1939 Kaşıkçı doğumlu Cemil Yıldız’da Tekirdağ’da bulunan kuruluş felsefesinde yetenekli çocukları üretmeye, üretime kazandıran en önemli okullardan birisi, Tekirdağ Sanat Okulu’dur.

    Okulumuzun ismi o kadar çok değiştirildi ki şimdiki ismi; Tekirdağ Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’dir. Aynı zamanda bu okulumuzun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Belli zamanlarda ülkemiz için çok önemli yerlere gelmiş öğrencileri mezun eden, onları ülke sevgisi ve hünerlerle besleyen bu okul, gözden düşürülmüş, atölyeleri, derslikleri, spor tesisleriyle gözde olan okulumuzun futbol sahası başka bir yer yokmuş gibi Milli Eğitim beton binalarıyla, değerli memurların beton araç otoparkıyla doldurulmuştur…

   Cemil Yıldız’ın hikâyesi 1939 yılında başlamış ve yıl 2024,bu öykü şehrimizin, bölgemizin, ülkemizin çok ötelerine, diğer ülkelere ulaşmıştır. Çok önemli ülkeler için üretim yapan, Cemil Yıldız tarafından 1969 yılında Topkapı Gümüşsuyu’nda çok küçük bir atölyede kurulan Yıldız Kalıp 55 yılında birçok insanı şaşırtacak, “Vay be! “ sözcüklerini defalarca söyletecek aşamaya geldi.

   1979 yılında Avcılar’da 2500 metre karelik bir alanda,1992 yılında sadece fabrika alanı 10 bin metre kareye ulaştı.2006 yılına gelindiğinde ise 74 bin metre kare alana sahip bir yerde,500 kişiyi geçen çalışanı ve dünya markası, saygınlığı kazanmış YILDIZ KALIP, Tekirdağ Kaşıkçı Köyü’nden de yıldızların çıkacağının büyük ispatı, gösterisi, hayalleri, iş disiplini ve görgüsü olan herkesin bu yolculuğa çıkıp bu onura dokunup, Cemil Yıldız gibi, olay zenginlik olayı olmaktan öte geçme biçimi olduğunu vatan ve millet sevgisiyle bütünleştire biliriz…

   Cemil Yıldız Sanat Okulu günlerini anlatırken en çok sevdiği ders Matematik ve Matematik Öğretmeni Sabri Babacan’dan söz ediyor. Yaşamı boyunca görüştüğü öğretmeninin tekrarladığı bir sözü de hatırlatarak;

 “ Matematik evin kaynanasıdır. Her işe karışır.” 1939 Kaşıkçı Tekirdağ doğumlu Yıldız Kalıp markasını yıldızlar arasına taşımış Cemil Yıldız’ı yakından incelerseniz göreceğiniz ilk şey; Matematik olacaktır! Yani, iş disiplini ve asla şımarmamak…

   Matematik bilimi de asla şımarmaz! Ne mitolojiye, ne astrolojiye, ne masallara, öykülere benzer; tek bir kurgu yoktur; şaşmaz rakamların sonsuza olan yürekli yolculuğu sadece Matematik Bilimi içerisinde gizlidir.

    1939 Kaşıkçı Tekirdağ doğumlu ve doğduğu köyü, şehri, belgi ve görgü sahibi olduğu okulu unutmamış, çevresinde “Hayırsever iş insanı” diye anılan bu değerimizi bilmek, hissetmek, tanımaya çalışmak, tıpkı Matematik gibi değerli, yüksek disiplinli ve evrensel zekânın vicdanıyla süslü bir neşe içerir…

Güven SERİN 

 

  






25 Mart 2024 Pazartesi

GENÇ AVUKATLARA ÖNERİLER

 

İnternet

                                               GENÇ AVUKATLARA ÖNERİLER

( Hür İrade: Neden Hukuk? )

   Av.İzzet Güneş Gürseler’in Tekirdağ Milletvekilliği döneminde çevre bilinci, kent kültürü adına verdiği mücadeleleri, TBMM kürsüsünden ve yazdığı yazılar, kitaplarla dikkat çekmeye çalıştığı ve tüm yaşamı boyunca bir araya getirdiği deneyim ve bilgilerini anlatan, eseriyle de duyurmak ve uyarmak istediğini biliyoruz…

   Genç Avukatlara Güncel Öneriler ve yapmış olduğu çeviri; İngiliz Ceza Avukatından Tavsiyeler isimli çalışmaları tam olarak neyi anlatıyor ve neyi öneriyor olabilir?

   Her mesleğin; hangisi olursa olsun; çiftçilik, çobanlık, öğretmenlik, mimarlık ve avukatlık; güncellenmesi gerektiğini şu sözlerle çalışmasının başında dile getiriyor;

“ Avukatın düzenli ve sürekli bir biçimde kendini yenilemesi, geliştirmesi gerektiğini göz ardı etmemek gerekir!”

  Mesleklerin halk gözündeki güvenirliğini araştıran kurumların paylaştıkları istatistiklerde en güvenilir mesleklerin ilk üç sıralamasında:

1.Bilim İnsanları

2.Doktorlar

3.Öğretmenler

   Bu sıralama Almanya, Japonya, Macaristan, Polonya, Türkiye gibi ülkelerde hep aynı. En güvenilmeyen en alt sıradaki üç meslek ise:

1.Politikacılar

2.Hükümet Bakanları

3.Reklâmcılar

   Güvenirlilik sırasında altlarda bulunan diğer mesleklerden Din Görevlileri ülkemizde en alttan ikinci sıraya oturuyor. Gazetecilik 4.sırada ve avukatlık ise ortalarda bir yerde, üst sıralara ulaşması için tam da bu alandaki yenilenme, silkelenme ve insan denen canlının hem hukuk, hem vicdanıyla birlikte bir onur abidesine dönüşmesi için ciddi mücadele vermesi gerekiyor… Tüm meslekler böyle olmakla birlikte, söz konusu ADALET olunca, adaletin aksaması insanların sadece canlarını değil, yuvalarını da koruyup veya yok edecek zayıflığa veya onura ulaşması, ancak mesleğe gönül vermiş öncüler, idealistler sayesinde yükselebilecektir…

    Şeytanın Avukatı, eserinde şeytanın ele geçirdiği dünyaya yapmak istediği kötülükleri savunan, koruyup kollayan bir avukat varsa, tam olarak iyinin de, güzelin, masumların da bir avukatı “Hür İrade-Hür vicdan”  olmalı değil mi?

  Şeytanı ister soyut, ister somut olarak yaşasın! Kitaptaki veya filmdeki şeytanın her yerde, her kılıkta ve zekâsı, sabrıyla bizleri sürekli sınayan o büyük aldatıcı güç…

  Av.İzzet Güneş Gürseler, kendi deneyimlerinden yola çıkarak küçük kitapçığa çok değerli önerileri şöyle sıralanıyor.  1-Ortalamanın üstünde olduğunuzu kanıtlamak zorundasınız. 2-Avukatlığın serbest meslek olduğunu unutmamalısınız.3-“Büroda tek başına” yapılan avukatlık sona erdiğini kabul etmelisiniz.4-Uzmanlaşmalısınız.5-Yabancı dil bilginizi mesleki çalışmalarınızda kullanabilecek düzeye getirmelisiniz.6-Uluslararası avukat örgütlerine üye olmalısınız.7-Yabancı avukatlık büroları ile rekabet edecek, uluslararası iş yapabilecek düzeye gelmelisiniz.8-Baro çalışmalarına katılın. Siyasette ve sosyal yaşamda etkin olunuz.

  Anladığım şudur; bu öneriler bütün meslekler için olmazsa olmazdır… İlk bakışta ne çok şey gibi görünüyor… Sadece dokuz madde tam olarak yerine gelmiş, getirilmiş olsaydı, bugünün çiftçiliği, turizmi, eğitimi, emeklileri, öğretmenleri ve diğer bütün meslek grupları çok daha refah içinde, haklarını yasaların verdiği o,onurlu kutsiyet içinde ararlar ve savunurlardı…

  Klasik eserlere sadece bir roman, bir film, bir opera, bir öykü gözüyle bakan hep yanılır. Onlar, aynı zamanda evrenin de vicdanı, insanlığın darda kaldığı zamanlarda başvuracağı rehber eserlerdir…

  Hukuk ve hukuku evrenin vicdanıyla temsil eden, sahiplenen avukatlar veya adalet dağıtıcıları da şunu bilirler; tıpkı Şeytan’ın Avukatı eserindeki gibi;

 “ Kibir en güçlü günahtır…” ve “ Bizim sırrımız, insanı lüks yaşam içinde öldürmektir.”

  Bu oyunu kim ve ne bozar derseniz; “ HÜR İRADE-HÜR VİCDAN “ derim, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün seçtiği yol gibi;

 “ Milletinin, vatanın yanında; yakınında…”

Güven SERİN  


23 Mart 2024 Cumartesi

MAVİNİN KARANLIĞINA DÜŞDÜM

 

İnternet

                                        MAVİNİN KARANLIĞINA DÜŞTÜM

  ( Survivor All Star Yarışmacısı Batuhan )

   Bir zamanlar sözcük satın alan, hiç söylenmemiş sözcüklerin peşinde dolaşan, koşan Yunanlı bir şair varmış. Ona yeni, daha önce hiç duymadığı bir sözü getirene ücretini öder, sözü satın alırmış.

   Sanıyorum edebi dünyanın mazereti veya evrensel heyecanı hep aynı; kalbimizin çarpmasına neden olacak, henüz kırılmamış başka kabuklarımızı kıracak bir söz geldiği an; edebi ve felsefi dünyanın çırpınışları içinde hemen o sözcüğü “ Satın almak” istiyoruz…

  Ben de öyle yaptım; 19 Mart Salı günü gecesi annem sayesinde mecburen izlediğim Survivor yarışma programında, yine annemin tuttuğu takım, mavilere daha yakın bir halde programı izlerken duydum daha önceden hiç duymadığım bu sözcükleri;

   “ Mavinin karanlığına düştüm…” Kim bilir kaç insan için sıradan ve basit açıklaması olan bu sözcükleri hemencecik satın alıp, notlarım arasına bıraktım. Dokunulup, üzerinde zihin yorgunluğu yapacağım belki de engin okyanuslarda kıyıdaki dalgalarla oyun oynayan, spor yapan sörfçüler gibi sörf yapacağım bellidir…

   Sözü kullanan yarışmacı Mavilerin takımından Batuhan… Dokunulmazlık oyununda altı arkadaşı tarafından potaya gitmesi için oy kullanıldığı ve hayal kırıklığı için söylemiş olduğu sözün derinliğinin, içtenliğinin ne kadar farkındaydı bilinmez! Zaten kırılma anlarında, samimi hüzünlerde ne olursa oluyor. Tıpkı büyük gezegen olaylarından sonra dünyaya, yüzeye çıkan kaplıca, mineralli sular gibi, bir kırılma yaşaması gerekiyor…

   Genç yarışmacı Batuhan için arkadaşlarına sitem, derin bir düş kırıklı için söylenen bu söz, beni başka derin ve karanlık mavilere savurduğunu inkâr edemem. Yazın dünyasıyla çocuğun dünyası birbirine benziyor. Düşlerin erdemi içinde, birçok yasayı alt eder, kendi kuralsız-lığınız içinde bir sürü neşeli oyun kurarsınız.

   Öyle yaptım, bir yarışmacının, popüler kültür haline gelen, her yaştan ve meslekten izleyicisi olan Survivor içinde duymuş olduğum sözü, kendi sığ alanıma; sığdaki derinliklere kadar taşıdım…

  Önce denizlerimizin, okyanuslarımızın henüz büyük kısmını bilmediğimiz, mavilerin karanlık dünyalarına sığ bilgilerimle girmeye çalıştım. Bir grup insanın uzaylıların girip çıktığı, oralarda kendi uygarlıklarını kurduğuna inandığı o derin mavi suların hakkındaki bilgilerimiz, henüz çok az…

    Bazı bilim insanların ise, o derin mavi suların da hissettiği, bir yerde kendi canlı yaşamları içinde gizemli hissiyatı olduklarına inandıkları o derin mavilikler hakkında öğrendiğim her bilgi, görüntü karşısında, bu dünyalara önem veren bilim insanları gibi heyecanlanıp, sıradan insanın karmaşasından kurtulduğumu sanıyorum…

   Ya gözümüzü gökyüzüne çevirdiğimiz zaman, sonsuz dediğimiz mavi derinlik? Uzaya çıkan, uzayda bulunan bilim insanları her gün bizim içinde bulunduğumuz mavi gezegene bakarken hissettikleri? Bugün imkânımız olsa, gezegenin ötesindeki diğer gezegenlere gidiş imkânımız olsa; derin ve sonsuz karanlık karşısında, her gün kavga ettiğimiz, her gün paylaşamadığımız dünyayı kim bilir nasıl arar ve özleriz…

Güven SERİN 

 

 

 

  



20 Mart 2024 Çarşamba

VADİDE Kİ O YER!

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                                        VADİDE Kİ O YER!

 ( Sağlamtaş )

  Büyük dönüşümler; köyden kasabaya, kasabadan kente olan göçler çok hızlı olduğu için; geride neleri bıraktık, neleri kaybettik tam anlayamadık ve anlamaya gayret edemedik…

  Kaybedilen şeyler; sadece kırlar; ağaçlar mı? Mevsimlerin her halini; renklerini, seslerini, kokularını izleme şölenleri mi? Lokma günlerinin sosyal yaşama kattıkları, katacakları mı? Okullar mı? Sağlık Ocakları mı? Yoksa bütün hepsiyle birlikte anılarımızın saf ve kendine özgü renkleri, sesleri mi?

   Vadide ki o yer; sadece, içinden birçok geçtiğimiz birçok yer gibiydi. Ayrıntılarından, oraya ait bütüne ait parçalardan, coğrafi ve tarihsel unsurlardan oluştuğunu anlamak için; durup görmek, bakmak, dinlemek gerek…

   Biz de öyle yaptık; diğer zamanlar gibi geçip gitmeyip, o yer dediğimiz vadinin içinde, çalışkan insanların birbirlerine sokularak bir araya geldikleri Sağlamtaş diyarına geldik…

  Sağlamtaş’a Müstecep tarafından geliyorsanız, ilk dikkatinizi çekecek olan badem ağaçları olacaktır. Baharın soluğunu duyar duymaz beyaz giysilerini giyen badem ağaçları, bir zamanlar buraya yerleşen, yurtlarını bırakıp gelen Rumeli insanlarının doğa ile insan arasındaki bağların karşılığını bütün görkemiyle bulmanız, görmeniz hatta duymanız mümkün…

   Badem ağaçları ticari olmaktan öte, ailelerin bayram tatlılarına, eski günlerine şahitlik içinde sınır boylarına, birer nefer gibi dizilmişler. Sağlamtaş’a yaklaştığımızda ise tepelerde ceviz ağaçlarını, cevizleri sert kuzey rüzgârına karşı koruyacak olan servileri gördük.

  Durup baktığımızda tepelerden vadide ki o yer dediğimiz Sağlamtaş evlerine, bildik ve bilmediğimiz binlerce öykünün de orada evlerin içinde, dışında, bahçelerde, bağlarda ve kuzey tepelerinde; Ganoslar’a kadar uzanan çam ormanlarında kim bilir ne zenginlikler duruyor. Sonlu yaşama sahip insandan çok öte de duracak gibi…

  Mehmet Bey ne aradığımızı, neyi görmek istediğimizi anlamış ki, yeni yapılan kaldırımların, sokakların ve bitmiş olan Sağlamtaş Spor sahasının, yine yakın zamanda Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından bitirilmiş olan çok amaçlı kullanılacak olan düğün salonunu gördük. Su şırıltıları duyduğum yer için:

—Burası nedir? Sorusu karşısında Mehmet Bey: - Bizim köyün deresi, diyerek cevap verdi.

—Bir ismi var mı bu derenin?

—Vallahi biz hep dere dedik buraya…

   Dere denilen yeri daha yakında incelemek için sağına, soluna yaklaştım. Şaştım kaldım dersem yanlış olmaz dostlarım. Burası bir nehir yatağı gibi derin, geniş, aynı anda tonlarca suyu taşıyıp kilo metrelerce ötelere taşıyacak kadar kadim geçmişe sahip bir dere yatağıydı…

  Dere denilen, bana göre muazzam bir nehir geçmişi olabilecek yerin güney kısmı, Ganos Dağları kuzey kısmı oluyordu. Alabildiğine yemyeşil çam ormanlarıyla kaplıydı. Gözümü kapatarak bu yere getirip gözümü açsalar, burasının Tekirdağ bölgesinde Sağlamtaş olabileceğini düşünemezdim. Tam manasıyla; insanın, suyun, dağların, tepelerin ve vadilerin birleştiği bu yerde; insanın, insanlık yolculuğunda birlikte taşıdığı bütün marifetler pişiyor, etrafa misler gibi kokular yayıyordu.

   Vadiye yaklaşık 140 yıl önce yerleşmiş, Rumeli kültürü ve dokusunu da beraberinde getirmiş insanların bütüne katkısı; yani birlikteliğe ve Sağlamtaş gibi bir yeri, yeşille marifetle buluşturmaya, boşalan, neredeyse eriyen köylerin yanında direnmelerinin nedeni; çalışmaya ve yaşadıkları yere duydukları büyük sevgi ve sevda…

  Mehmet Bey de Tekirdağ merkezde yaşarken, şimdi Sağlamtaş diyarına, yeşilin, dinginliğin, çok farklı kuş seslerinin olduğu bu yere dönmüş…

   İnsan denen canlı, çok zengin olmak için çok çaba harcıyor harcamasına ama yaşamın sonunda herkesin aradığı tek şey; “ Saf Huzur” değil mi? İşte, böyle değerli yerlerin saf huzuru; kalabalık ve kargaşadan sıkılmış insanları bekliyor; ilk zamanlarda olduğu gibi; taptaze…

 Güven SERİN 

  

 

  







18 Mart 2024 Pazartesi

ÇANAKKALE ZAFERİ: KUTLU OLSUN

 

İNTERNET

İNTERNET

                            ÇANAKKALE ZAFERİ KUTLU OLSUN

   Tarih bilimi; yaşamın ve yaşam kültürünün, millet olma bilincinin tam da kendisidir.

   Bir milletin destansı zaferleri hiçbir paranın,ticari ve siyasi düşüncenin satın alamayacağı,taşıyamayacağı kadar güçlü ve eşsizdir…Neden derseniz; çünkü, milletin tamamına aittir.Milletimizin tamamını temsil eden şehitlerimizin kanları o diyarlarda; VATAN ve MİLLET için aktı; hiç eksiksiz ve hiçbir şüpheleri olmadan; öleceklerini bilerek şehit oldular…

  Bu milletin, yaşadığı ülkenin;  doğusuna, batısına, güneyine ve kuzeyine laf ederken çok iyi düşünülmesi gerekir! Bu vatanın sahibi, bütün milletimizdir. Bu yüzden, gelecek kuşaklarla bağ kurmak, millet bilincini yitirmemek için zaferleri, şehitleri anarken bin dereden su getiren bir felsefe, duyarlılık ve tarihsel bilinçle yapmalıyız…

  Sadece Çanakkale Deniz Zaferi, bir yerde binlerce yıl önceki Truva Savaşı’nın karşılığı, ödeşmesi, susmuş ve susturulmuş ruhlara bir yudum dua, bir kucak nefes gibidir.

  Neden mi? 18 Mart 1915 günü saat 11.30’da İtilaf Devletleri gemileri, başta İngiltere ve Fransız gemileri ölüm kusmaya, bu aziz toprakları ateşle kavurmaya başladıklarında, toplarını ilk ateşleyen savaş gemisinin adı; Agamemnon’dur! Yani, Yunanlılar ile Truvalılar arasında yapılan savaşa orduları götüren, Truva kentini ve Truvalıları on yıl uğraştan sonra yakıp yıkan Miken Kralı…

  Agamemnun ismini taşıyan İngiliz zırhlısı da, Çanakkale’ye, topraklarımıza ilk saldıran, toplarını ilk önce ateşleyen olarak, tarihe bir gönderme yapmaktan başka bir şey yapmıyor. Bir yerde Türkleri Truvalıların devamı gibi görüp; “ Sizlerin de sonu öyle olacak; yanıp, yıkılacak, yok olacaksınız!” manasını taşımıyor mu?

   Savaşın üzerinden 108 yıl geçmiş olsa da, İngiltere’nin durduğu yer, bizlere bakışı ne kadar değişip değişmediğini, bugünün değerleriyle anlamaya çalışmalıyız. Güçsüz hale düşecek bir ülke,108 yıl önce işgal etmek için on binlerce insanın ölmesine acımayan, ilk fırsatta bizleri bu topraklardan kovma ve bu kadim toprakları ele geçirmek isteyen fırsatçılarla dopdolu…

   Tarih bilimi, diplomasi, felsefe ve edebi sanatla iyi mayalanır ise tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün 1918 yılında İstanbul’u işgal etmiş, kendi bayraklarını çekmiş İngiliz, Fransız zırhlılarını görünce söylediği sözün gerçek duruşuna dönüşür;

 “ Geldikleri gibi giderler” sözü, laf olsun diye söylenmiş bir söz değil, tarihi çok iyi bilen, okumuş ve okuyan, büyük savaşlarından muhteşem dersler, dip notlar çıkartmış bir dehanın seslenişi, bütün zamanlara bu topraklarda yaşayan millete en değerli mirasıdır.

  Geldikleri gibi gittiler; hem de iki kez… Ama yine geldiler… Değişen, dönüşen dünyada, geçmişimize baktığımızda sayamayacak kadar destansı zaferleri olan bir milletin ferdi olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Destanı, Savaşı’ndan sonra hemen ekonomik savaşı ele alması, ekonomiyle birlikte kültürel savaşı başlatması ne anlam taşıyor; biraz düşünmelidir…

  Ne kadar güçlü olursak olalım, ekonomiyi, kültürel yaşamı, tarihi bilmiyorsak, eninde sonunda erimeye, kaybolmaya, başka milletlerin tarihlerini savunmaya, anlatmaya mecbur kalırız…

  Çanakkale ve Gelibolu destanlarına kan, yürek, gözyaşı akıtan bütün kahramanlarımızı, şehitlerimizi ve onların şefkat dolu, ekmek kokulu analarını anıyor, kutluyorum…

Güven SERİN 

 

  





16 Mart 2024 Cumartesi

ÇARESİZ BAKIŞLAR

 

İNTERNET

                                                   ÇARESİZ BAKIŞLAR

  Eski insanlar kendi alışkanlıkları, gelenekleri dışında bir olay duyunca hemencecik:

—Bakalım daha neler göreceğiz? Başımıza taş yağacak; bozuldu bu insanlar… Gibi haykırışlar içinde acıklı ifadeler kullanırlardı. O eski insancıklar şimdiki sosyal medyadan, paylaşılan fotoğraf, video çalışmalarından haberleri olsa kendi zamanlarının yaşam biçimlerine nasıl bakarlardı acaba?

   Görünen o ki, antik zamanlarda bile insanlar birbirinden şikâyetçi olurdu. Kimini kınar, kimini dışlarlar ve her zaman nesiller arası çatışmalar içinde herkes hep geçmişin avuntusuyla kendi ahlaki masumiyetini yaratır, destansı bir anlatım doğardı. Sanki geçmiş hep masum, hep dupduru…

    Öyle bir şey olması düşünülemez; her dönüşüm, çağ kendi zorluklarıyla birlikte inanılmaz seçeneklerini de insanlığın önüne serer; mecburdur…

   Sosyal dünya tam manasıyla sosyolojik devrimlerin içinde yüzüyor. Neredeyse sınırsız paylaşımlar… Hiçbir zaman giremeyeceğimiz bir mekânın içine kadar giriyorsunuz. Nasıl mı; artık kendisini ifade etmek isteyen insanların merakı, zaafları veya zenginliklerinin hünerleri neyse öyle… Fotoğraflarla, videolarla, canlı capcanlı paylaşımlarla bir den bir başka şehirdeki, ülkedeki olayları an ve an izleme, değerlendirme ve yorumlama şansını yakalıyorsunuz. Teknolojinin zaferi bir yerde susmuş insanlığın, kendini saklamak, gizlemek yerine bir şekilde ifade etme çılgınlığına kadar ulaşacağı bellidir.

  Ne olursa olsun, hiçbir gelişme, yerli veya yersiz davranışlar laf olsun diye, birden ortaya çıkmazlar. Hepsinin sosyolojik, psikolojik, ekonomik sebepleri olduğu kaçınılmaz bir gerçektir…

  Geçen yıl izlediğim, sosyal dünyada takip ettiğim bir kadının hastane odasında, hasta yatağında, bir yerde ölüm döşeğinde yatan eşinin fotoğraflara yansıyan son halini hiç unutamadım.

  Üç gün sonra da eşinin ölüm haberini paylaştı aynı arkadaş. Üç gün önceki fotoğraftaki adamın bakışları zaten “Ben öldüm” diyordu. Boşluğa, upuzun ve anlamsız, ruhunu çoktan sonsuza yollamış boş bir kelebeğin boş kozası duruşu gibiydi; kupkuru…

   Ne bir eleştiri, ne bir kara mizah gözüyle bakıyorum bu olaya. Kendini ifade etmek isteyen, hüznünü, ölümün son hallerini veya yaşamın çığlıklarını göstermek, duyurmak, paylaşmak isteyen içinden ne geçiyorsa yapsın…

   Hemencecik teraziyi çıkartıp; ahlak bekçiliği, sosyoloji profesörlüğü rolüne soyunma yetkisini kendimde görmüyorum. Bildiğim bir şey var; değişim kaçınılmazdır. Evrim, bizleri uzayın derinlerine göç etmeye hazırladığı, insan denen üst canlının merak kavramı, denemeden yok olmayacağı, dönüşümün de bu tür denemelerden geçeceğine inanıyorum.

   Her gelişme, en cıvık olanlar, en şamatacılar, en ciddi duruşlar dahi; eninde sonunda evirilmeye, canlı yaşamın minicik parçalarını ayrılıp bir başka bütünün peşinde koşmaya mecburdur; yaşamın ta kendisidir bu tür mecburiyetler. Alışkanlıkları, korkunç kara yargıları bırakmayı becerdiğimiz an; komik, yanlış dediğimiz şeyler de kendi anlamlarıyla gün yüzüne çıkıyor…

    Bir yerde anlama, yorumlama ve yepyeni kavramlarla iç içe dönüşüm neşesi, huzuru yaşıyoruz…

Güven SERİN